6 Aralık 2008 Cumartesi

*dünya müzikleri

http://www.hicrandergisi.com/Version6/index.php?option=com_content&task=view&id=285&Itemid=192

5 Aralık 2008 Cuma

amca bayram

Orucu biz tuttuk, bayramı onlar yaptı. Adını “şeker bayramı” koymadılar mı?


Biz öldük, onlar kurtuldu, adını “kurtuluş savaşı” koymadılar mı?


Bir kurban kestik, onlar bayram tatilinde günahlarına günah kattı, yine de kurbanımızın derisini gasbetmediler mi?

Eskiden kurbana karşı topyekun savaş açarlardı. Hem savaş açarlar hem de kurbanımıza, onun derisine göz dikerlerdi. Şimdi başaramayacaklarını anladılar.

Gazeteleri kurban CD’si dağıtıyor, içkili süpermarketleri kurban pazarlıyor.


Ve “24 yılda ne değişti?” sorusu işte bu noktada gündeme geliyor.


Yaşar Kaplan’a ait şu manzum öykü okuduğum günden beri unutmamışım. Aylık Dergi’nin eski sayılarını açıp buldum. Yayınlandığı sayının tarihi Ekim 1980 (Yıl 2, sayı 23). Bu ülkede yaşanan resmi yobazlığın traji-komik öyküsü bu.


Bayram şekeri niyetine size sunuyorum bu eskimeyen öyküyü. Bakalım sizin de hafızanızda yer edecek mi?


“ondan sonra bayram geldi
otobüs geldi
amca bana şeker verdi
gülücük verdi
öpücük vermedi
babam öptürtmedi
amca beni sevdi
‘bayram’ dedi
işte bildim
bayram geldi
otobüste geldi
babam ‘bak bu amca’ dedi
amca ‘bayram’ dedi
‘aferin’ dedi
‘Allah’ dedi
otobüs salladı
firen yaptı
otobüs taksiye çarpayazdı
babam beni amcaya vermedi
babam kulağıma eğildi
‘pis amca’ dedi
babam yüzünü buruşturdu
‘yobaz’ dedi
amca bana şeker verdi
cici amca / güzel amca
amca bana para verecekti
kocaman verecekti
babam verdirtmedi / aldırtmadı
amca bana gülücük verdi
amca beni sevdi
babam amcaya sinirlendi
amca bana şeker verdi
gülücük verdi
‘Allah’ dedi
baba okuyup ben Allah olarım (haşa)
hem de amca olarım
ne olur baba olarım
yaşa bayramca yaşa
gülücük verdi / şeker verdi
kocaman verecekti
güzel amca / sakallı amca / cici amca
ondan sonra bayram gelsin
ondan sonra büyürüm olarım
ne olur baba / ne olur olarım”


Dünyanın tüm çocukları Müslüman, tüm çocukları din kardeşimiz. Cebimizdeki şekerleri dağıttığımız kadar bayramımız mübarek olur. Haydi, hiçbir Firavun’un sarayı Musa’sız kalmasın.

Bayramızın mübarek, gönlünüz, gözünüz ve özünüz, yüzünüz gibi açık ve aydın olsun.

mustafa islamoğlu (ramazan yazıları)

bir bayram düşlerim

Bir bayram düşlerim: Ümmetçe başımız dik yaşadığımız. Sevincimizin kursağımıza düğümlenmediği. Yediğimiz lokmaların boğazımızda kalmadığı…

Bir bayram düşlerim: Ümmetin anası kaçırılan, babası öldürülen, ocağı kundaklanan, çocuklarının her biri bir izbeye sığınan, harim-i ismetine namahrem eli değen bir viran haneye dönmüş topraklarında, çocuklarının öksüz, yetim ve boynu bükük girmediği…

Bir bayram düşlerim: İslam ümmetinin mazlum çocuklarının zamanın ırmağında akan bir süprüntü gibi değil, zaman ırmağının yatağını belirleyen, kıyılarını gürül gürül akan sularıyla döverek verimli kılan bir nehre benzediği bir bayram. Nesne değil özne olduğu, onun yaptıklarına düşmanlarının hayalinin yetişemediği, kendisini öldürmek için gelenlerin kendisinde dirileceği kadar temsil kabiliyetine sahip olduğu bir bayram.

Bir bayram düşlerim: Yaralı ve bin bir pareli coğrafyamızın her yanından gürül gürül kanın gitmediği. Çocuklarının âh u enininin arşı titretmediği. Viran olmuş hanelerinde baykuşların ötmediği. Topraklarını ahlaksızların, soysuzların, sütsüzlerin, düzenbazların, madrabazların, hilebazların, mülhitlerin, müfritlerin, ifritlerin, çıfıtların, hainlerin ve zalimlerin yönetmediği bir bayram. Aksine, dinde kardeşleri olmasa da insanlıkta eşleri olan dünyanın farklı dinlerine, kavimlerine mensup mazlum, mağdur ve muhtaçlarının yarasını sarmak, yüreğini onarmak, onlara müşfik bir ana eli olmak için tüm imkan ve gücünü seferber ettiği bir bayram. İmanından kaynaklanan şefkat ve merhametinin Afrika kıtasının açlarından, Güney Amerika'nın sokak çocuklarına, Harlem'in esrarkeşlerinden Manila'nın şehvet tuzağındaki kız çocuklarına dek; her bir mazlum, mağdur ve mahruma ulaştığı bir bayram.

Bir bayram düşlerim: Bir öndere sahip olan, önderi kendisine ana olan, kendisi ise insanlığın diğer toplumlarına ana gibi olan bir ümmetle girdiğimiz bir bayram.

Bir ümmet düşlerim: Bir organına, hatta bir hücresine yönelmiş bir tehdidi tüm varlığına yönelik bir tehdit gibi algılayacak kadar kendinde ve canlı. Ayağına diken batsa onun acısını her tarafından duyabilecek kadar bilinçli. Kendi varlığına yönelik bir tehdide anında tepki verecek kadar hassas bir sinir sistemine sahip. Bedeni oluşturan her bir hücrenin kendi yerine razı olup, rolünü en iyi oynamak için irade sergilediği, fertleri silik, düz, sıradan, bir makinenin dişlisi olmaya teşne, edilgen ve mekanik bir 'birey' değil, farklı. Fakat farklılığı bir orkestrayı oluşturan enstrümanların farklılığı gibi zenginliğe dönüştüren, sıradan ve düz bir tip olmaya razı olmayan, kendi kendini gerçekleştirmek için yüreğinin çeperlerine tutunarak kapasitesinin sınırlarına çıkma savaşı veren, kendisiyle, Rabbiyle, çevresiyle, toplumla ve doğayla barışık, bilişik, tanışık şahsiyetlerden oluşan bir ümmet.

Bir şahsiyet düşlerim: Sorunun bir parçası değil, çözümün bir parçası olan. Yük olmayıp yük alan. Kendini yad ve yabancı ellerde aramayıp kendini kendinde arayan ve kendini kendinde bulan. Hamken yanan, pişen ve olan. Olmanın sırrına erdiği için hamların elinden tutup, onların da olması için onların yerine yanmaktan çekinmeyen. Düşünce, duygu ve aksiyon dengesini varlığında gerçekleştirerek, 'muvahhid şahsiyet' olma kıvamına eren. Yalnızca kafa gözüyle değil, yürek gözüyle de bakıp, onunla gören. Kendini yalnız sözle değil yüzle, gözle, özle ifade edebilecek liyakate eren, vuracağı ve duracağı yeri iyi bilen, Allah'a karşı esas duruşunu ayağının altındaki topraklar kayarken dahi bozmayan bir şahsiyet.

Bir şahsiyet düşlerim: Kendi kafasıyla düşünüp, kendi yüreğiyle duyan. Kesrette vahdet bulan. Ne dostları karşısında kapris yapan, ne düşmanları karşısında aşağılık kompleksine kapılan. Ayaklarının birini hakikatin merkezinde sabit tutarak, diğer ayağıyla tüm dünyayı, hatta tüm evreni dolaşan ve yitik hikmetleri, hakikatleri, cevheri arayıp kendine çeken bir mıknatıs gibi arayıp kendine çeken, "bizden adam olmaz" bedbinliğini alıp "çıkarsa bizden adam çıkar" bencilliğine vuran, bu iki sakat ucu da bir fiskeyle atık düşünceler çukuruna yuvarlayıp, adil ve mutedil olmayı bir hayat düsturu bilen bir şahsiyet.

Ve bir bayram düşlerim; hesap gününün sonunda "Ey (sadece Allah ve cennetle) tatmine ulaşan insan; gir kullarımın arasına (çünkü cennetin yolu kulların arasından geçiyor) ve gir cennetime!" muştusunun verildiği bir bayram.

İşte o bayramın provasıdır bu bayramlar. O mutlak bayramlardan bir efilti taşıdığı oranda anlamlıdır bu bayramlar. Onun içindir ki, "bayram" anlamına gelen "ıyd" sözcüğüyle "ahiret" anlamına gelen "me'ad" sözcüğü aynı köke aittir.

Bayramınız mübarek olsun, bayramınız bayram olsun!

Ömrünüz Ramazan, akıbetiniz bayram olsun!

-vera

hiç söylenmemiş sözler söylemeliyim
el değmemiş,duru sözler sevdiğim için

sevdiğim! şehir giysilerini kıskanır
ve bu yüzden bürünür geceyi
güneş gözlerinden beslenir
ve saçlarını kollar görmek için.

sensizken şehrim,
boş meydanlarında yürüdüm
kalın puntolarla iri laflar ettim
öfkemi saldım iri dişli postallar üzerine.

sevdiğim! Vera.. hangi çocuğu okşadın,
ellerinle gülden kokular..
dilinde aşk nameleri,
söylesene Vera hangi çocuğun adını andın.

sahi Vera en son ne zaman görmüştük Sena'yı?
hatırlasana deli kız sana emanet etmişti o bombaları
sevdiğim bak umut kan pıhtısı rengine döndü
ki sen Vera,Filistin'den geçerken
sakın eteklerini toplama
biraz kan bulaşmış halde çık karşıma
ve sakın unutma
o ilk çocuğumuzdur
asırlardır dillerde olan Leyla'dır,
Meryem'in suskunluğunda can bulan
gözleri vardı Züleyha'nın
henüz düşmeden kirli kelimeler diyarına

bilir misin Vera bu kaçıncı çocuk?
bu kaçıncı kertik yüreğe atılan?
eskisi gibi değil..artık daha da sancılı

sevdiğim özgürlük meydanları budalalardan
geçilmiyorsa
bil ki bu şehirde çocuklar ölüyor

asırlardan uzak ellerini Vera..
ellerini bulur ellerim
bir Grozni kuşatmasında
dağları görüyor musun Vera?
her bir dağa bir çocuğumuzun adını koymuşlar
Berat'ım,Emin'im,Murat'ım
hani omuz omuza vermiştik ya bir namaz kıyamında
hani beraber açmıştık orucumuzu
kimi Marmara'da kimi Yıldız'da

koş Vera koş
ülkemin sürgün yerlerine koş
ağlama deli kız ben ağlarım
seni böyle görmemeli
her okul kapısında türkümüzü söyleyen kızlarımız
ve annelere de söyle ağlamasınlar
ve sakın onlara ölüler demesinler

söylesene Vera
çocuklara sıkılan hangi kurşun kahpece değildir?

öfkemiz taş doğursun Vera taş!
yüreğimizi söksün yerinden
bak her tarafta sapanlı ebabiller
Ebrehe'nin tankları kan kusturur
şimdi Firavunu boğan Kızıldeniz'i
ağlama duvarının dibinde görürüm
ki asa değil Musa'nın elindeki
çağın sökülmüş kalbidir

bir şubat gecesi kaybettik esrarımızı Vera
kendimizi odalarımızda bulduk
postallı korkularımızla
söylesene sevdiğim hangi rengini çaldılar
gökyüzünden
bak zulüm Çin Seddi'ni aştı

sevdiğim içimizdeki Musalardan ne haber vardır?
İbrahimlerden,Yusuflardan
yoksa Musa'yı Kızıldeniz'de yalnız mı bıraktık?
ellerimizle mi verdik İbrahim'i Nemrutlara
şimdi hangi kuyudan gelmede Yusuf'un sesi?
ki unutma Vera
Filistin'de yeni doğan çocuklar ilkin annelerinin
göğsüne
sonra da yerdeki taşlara uzanırlar

neredesin eyy İsmail'in boğazındaki merhamet?
içimizdeki bu sızıyı kaldır
ya ebabilleri gönder
ya bizi de oraya aldır

ve her taraftan bana yönelir
seni arayan sesim
Vera benim..Vera benim..

NUMAN ARIMAN

16 Ekim 2008 Perşembe

*farkında olmalı insan

Farkında” olmalı insan…

Kendisinin, hayatın olayların, gidişatın farkında olmalı.

Farkı fark etmeli, fark ettiğini de fark ettirmemeli bazen…

Bir damlacık sudan nasıl yaratıldığını fark etmeli.

Anne karnına sığarken dünyaya neden sığmadığını

ve en sonunda bir metre karelik yere nasıl sığmak zorunda kalacağını fark etmeli.

Şu

çok geniş görünen dünyanın, ahirete nispetle anne karnı gibi olduğunu fark etmeli.

Henüz bebekken “Dünya benim! ”dercesine avuçlarının sımsıkı kapalı olduğunu,

ölürken de aynı avuçların “her şeyi bırakıp gidiyorum işte! ” dercesine apaçık kaldığını fark etmeli.

Ve kefenin cebinin bulunmadığını fark etmeli.

Baskın yeteneğini fark etmeli sonra.

Azraillin her an sürpriz yapabileceğini,

nasıl yaşarsa öyle öleceğini fark etmeli insan

ve ölmeden evvel ölebilmeli.?

Hayvanların yolda kaldırımda çöplükte

ama kendisinin güzel hazırlanmış mükellef bir sofrada yemek yediğini fark etmeli.

Eşref-i mahlûkat (yaratılmışların en güzeli) olduğunu fark etmeli

ve ona göre yaşamalı.

Gülün hemen dibindeki dikeni dikenin hemen yanı başındaki gülü fark etmeli.

Evinde 4 kedi 2 köpek beslediği halde

çocuk sahibi olmaktan korkmanın mantıksızlığını fark etmeli.

Eşine “seni çok seviyorum! ” demenin mutluluk yolundaki müthiş gücünü fark etmeli.

Dolabında asılı 25 gömleğinin sadece üçünü giydiğini

ama arka sokaktaki komşusunun o beğenilmeyen gömleklere muhtaç olduğunu fark etmeli.

Zenginliğin ve bereketin sofradayken önünde biriken ekmek kırıntılarını yemekte gizlendiğini fark etmeli.

Annesinden doğarken tertemiz teslim aldığı gırtlağını

60-70 yıl sonra sigara yüzünden

Azrail’e soba borusu gibi teslim etmenin emanete hıyanet sayılacağını fark etmeli.

63 yıllık ömründe

hiç karnı doymayan bir peygamber’in ümmeti olarak aşırı beslenme yüzünden sarkan göbeğini fark etmeli.

-hiç-

-üç yanlış.. bir başörtüsü götürmez...

"Takıldığınız soruyu lütfen geçin ve müsaade edin biz takalım.
Üç yanlış bir başörtüyü götürmez.
Başörtülü bir kız bisiklete binebilir, piyano çalabilir, kiraz toplayabilir,
iyi derecede İngilizce bilebilir, topa vurabilir, laiklik konusunda çok
güzel bir kompozisyon yazıp ağzınızı beyninizin mağarasına kadar açık
bırakabilir, felsefe yapabilir, uçurtma uçurabilir, sizden ilginç kareler
bulup aklınız kadar kısa film çekebilir, yıldızlara bakıp yarın havanın
çok güzel olacağını düşünebilir, tesbih de çeker fotoğraf ta çeker...
Hiçbir başörtülü kız, sizin başörtüsüyle gündemi sıktığınız kadar
başörtüsünü sıkmaz! Dolayısıyla "sıkma baş" sizinkisi oluyor..."

Bunlar Marmara FM'in fırtına kızı Esra Elönü tarafından kaleme alınmış, insanı abandone eden manifestolardan sadece kısa birer örnek... Esra'yı radyoculuğundan önce "Feride" tiplemesiyle yazdığı köşe yazılarından, şiirlerinden ve harika sürreal öykülerinden tanıyoruz. Onunla yapacağınız on dakikalık bir sohbet, dünya etrafında on defa spin atmaya bedel baş döndürücülükte... Yakalayana aşk olsun! Muhatabına yirmidört saat açık her daim nöbetçi zeka testi uygulayıcısı gibi öyle bir salvo atar ki, tut tutabilirsen! Hiciv, romantizm, zehir zemberek bir isyan, feci derecede çocuk, bir fotoğraf makinası lensi kadar acımasız objektif, köpekbalığı kadar iyi koklayıcı, inci tanesi kadar sır küpü... Öyle latif bir cümle kurar ki adamı Kırıkkale Tabancısı gibi on ikisinden mıhlayıverir. Uzakdoğu döğüş sanatlarıyla ebruzenliği bir arada nasıl götürdüğünü ben de anlamış değilim. Muhammed Ali Clay için söylenen tezatlar harmonisini hatırlıyorum onu dinlerken: "kelebek gibi uçar, arı gibi sokar"...

Esra, yeni kuşak edebiyatçıların erken habercilerinden... "Çekirdek Lokantası" adını verdiği kitabı mesela, Çekirdek Kız, Bayan Kabarık, Garip Adam Bay Sin, Dımlım, Tuzat, Bay Şın gibi hayali kahramanlarla çizilen harika bir macera öyküsü. Maceranın ardı da önü de Esra için aslında yapayalnız bir çocukluğun masalından türüyor... Esra'yı herkes zorzoraki destelenmiş bir yaramazlık bohçası gibi tarif etse de, ben onun zeka terletici o isyanında içe gömük derin bir hüzün okuyorum... O, "babasıyla aynı yaşta bir kız çocuğu" gibi geliyor bana. Bunca ayrımcılık, bunca dışlanma, bunca horgörünün içinden elinden mürekkep damlayarak çıkan sürmeli kız, "kız uykusunu" hepimize uykusuzluk olarak aktaran atar damarlar kadar uykusuz ve asabı bozuk bir yelkovan gibi, ayağındaki çağdışı takunyalardan hiç de yüksünmeden ve hatta parlatarak onları, hiç bir saniyeyi de atlamamaya yemin etmiş! Afferim kızım sana! Kapitalistlerin mezarlığa çevirdiği dünyada korkusunu yenmek için başladığı şarkıyı, arkadaşımız olan tüm fakir garsonların tepsilerinde servis ediyorsun hepimize. Afferim kızım sana! Sırt çantasına sığmayacak koca bir harita taşırsın sen dilinde, Kudüs'ten Yağmur Ormanlarına, Afrika'dan Güney Amerika'ya kadar tüm yeryüzü yer bulabilir dizelerinde... Ve babasının sesiyle konuşur bazen kafasına başörtüsünden başka hiç bir şeyi takmayan Esra:

" Gidiyoruz! Bana Bir dünya haritası getir evlat!
Kırılacak yağmurları yerleştirelim kolilere.
Bağcıklarına basıp ta düşeceksin kemikleri çatı olmuş
Afrikanın üzerine..
Amerika:
Yeni defnedilmiş bir çocuğun büyük harfle yazılan gözünü
Babasından ayıran kesme biçme işaretidir desem sana.
Sana bu haritanın kesme işareti Amerika'dır desem...
Akşam eve gidip çalışır mısın bu ülkeyi?
İklimi umurunda olur mu evlat!
Sen telaşla parmak kaldırabilir misin
Yaşamak için parmak kaldıran çocukların sesi, yere vurdukça."

Esra, modern hayatın itinayla dışladığı çocuklardan sesler taşır görmez gözlerimize, işitmez yüreklerimize... İpince bir sabırla örer kozasını radyodan evlerimize giren sesiyle. O kozada; tarla işçisi kızlarla, biçki dikiş kurslarına giden kızlar, roma hukuku vizesinden az önce çıkmış kızlarla, ikna odasından az evvel çıkmış gözü yaşlı kızlar, yan yana yatabilir, tüm sınav kağıtlarını buruşturup kayık yapabilir, uçak yapabilir, hatta aynı masada kahve içebilir, aynı burçtan çıkıp, aynı otobüsü kaçırabilir, bazıları pankart taşır bazılarıysa aynı pankartı güneş siperliği olarak kullanabilir...
Esra'nın sürreal edebi ritmi, gotik alaycılığı ve keskin dili, sadece sanatsal açıdan değil, geleceğe dair ciddi bir merkez eleştirisi yapacak anlam dilini de mayalıyor.
Şimdi bayım; bu kıza dikkat diyorum, bu kıza dikkat!

22 Eylül 2008 Pazartesi

17 Eylül 2008 Çarşamba

-özgürlük korkusu


dokun


hiç


*bir düşüm var


**deli sözler/5


--sen yoksan kimse yoktur...ben yokum, kimse de yok.


-tek çiçekle bahar olmaz


-bir çocuğumuz olursa adı deniz olmalı.


-kendine sakla yaralarını, kimse bilmesin


-Allah'ım yağdırmadan gazabını, tut ellerimi. bir düşüm var çünkü... yoksa önce düşümü, sonra kendimi kaybederim.


-bir kadın ana olduktan sonra, mantıklı/akıllı düşünemez, sadece kalbi ile düşünür.


--beni böyle sev, seveceksen.


-kimseye etmem şikayet, ben yanarım halime.


--insan bir mültecidir, kalbinden başka sığınacak yeri yoktur.(ş.ferah)

9 Eylül 2008 Salı

**ben


8 Eylül 2008 Pazartesi

**Örtünmek, Bundan Böyle Darbe Sebebidir, Hatta...


Örtünmek, önce hakarete uğrama sebebidir.

Örtünmek, okuldan uzaklaştırma sebebidir.

Örtünmek, işinden ve aşından edilme sebebidir.

Örtünmek, kitlelerin baskı altına alınma sebebidir.

Örtünmek, partilerin kapatılma sebebidir.

Örtünmek, hükümetlerin yıkılma sebebidir.

Ve örtünmek, bundan böyle savaş sebebi olacak gibi.

Gerek yazılarımda gerek konuşmalarımda, "mükemmelce bir örtünmenin, günümüz dünyasının Allah Teâlâ ile irtibatı anlamına geleceğini, özellikle bu coğrafyanın ancak örtünerek var olabileceğini, hem de tarihten gelen bütün görkemini donanarak insanlık sahnesinde güçlü bir şekilde kendini göstereceğini, örtüden sıyrıldığında da -Allah korusun- tarihten ve coğrafyadan silinip gideceğini." dile getiriyorum. Biliyorum; ilk etapta birileri, hatta örtünenlerin kendileri bile konuyu abarttığımı düşünebilir, fakat zaman ilerledikçe mesele daha da berraklaşacaktır.

Örtünenler açısından durum böyle olduğu gibi, örtünmenin karşısına dikilenler için de durum aynı derecede önemlidir, bu konu onlar için de bir hayat memat meselesidir. Örtüsüzleri kastetmiyorum, örtünmenin karşısına dikilip mücadele verenleri kastediyorum.

Evet, bugün yeryüzüne egemen olan güç odakları için petrol ne kadar savaş sebebi ise, su kaynakları ne kadar savaş sebebi ise, gittikçe artan bir şekilde ve kitleler halinde bayanların örtünmeleri de o derece savaş sebebidir.

Çünkü bugün yeryüzüne egemen olan Batı kaynaklı modernist ve seküler toplumların, sürdürdükleri hayat tarzlarının, felsefelerinin ve kültürlerinin en büyük sütunları, olmazsa olmazları; kadın cinselliğinin ön plana çıkarılmasıdır, örtüsüzlüktür, çıplaklıktır ve nikâhsızlıktır. Bütün bunlar, söz konusu güç odakları için petrolden, su kaynaklarından daha önde gelmektedir. Çünkü petrol ve su, onların böyle bir hayatı sürdürebilmeleri için sadece birer araçtır, aslolan böylesi bir hayatı yaşamaktır. Onların her şeyleri çıplaklık üzerine, kadın cinselliği üzerine bina edilmiştir. Ticaretleri, ekonomileri, sanayileri, edebiyatları, romanları, hikâyeleri, ekranları ve bütün medyaları özellikle örtüsüzlük üzerine kurulmuştur.

Ne var ki, günümüz dünyasında İslam hızlı bir şekilde yükselişe geçmiştir. Yükselen İslam'ın en belirgin yüzü ise tesettüre bürünen bayanlardır. Bundan önceki devirlerde İslam'ın görünen yüzü belki akıncılardı, mücahitlerdi, fetihlerdi... Günümüz dünyasında Allah'ın nurunu yeryüzüne yayma görevi Müslüman kadınlara, Müslüman kızlara ait olacaktır. Artık bundan böyle İslam denilince akla ilk gelecek olan şey, tesettürlü bayanlar olacaktır.

İslam'i yükselişle birlikte kadının örtünmesi demek, cinselliğini geri plana çekerek şahsiyetini ön plana çıkarması demektir, yani onların bütün sermayelerinin ellerinden alınması demektir, sistemlerinin en büyük sütununun yıkılıp yerle bir olması demektir.

Onun için, İslam'ın yükselişi ve özellikle bayanların artan bir şekilde örtünmeleri karşısında söz konusu güç odaklarının sessiz kalacaklarını, bu işi kendi oluruna bırakacaklarını, mücadeleye son vererek pes edeceklerini beklemek saflıktır.

Seküler, modernist ve kadın cinselliğine tapınan Batı dünyasının örtünmeye karşı Türkiye kadar gaddar olmadığını, daha anlayışlı olduğunu, hatta üniversitelerinde örtünmenin serbest olduğunu, dolayısıyla Batıda ve Batılı hayat tarzının egemen olduğu toplumlarda örtünenlerle örtüsüzler arasında bir gerginliğin söz konusu olmayacağını ileri sürecek olursanız, şu noktaları unutmamanızı hatırlatırız.

Birincisi: Batı emperyalizmi, ülkelerinde kendi hayat tarzını tehdit etmeyecek boyutlardaki az miktardaki bir tesettürü, demokrasileri için bir çeşni ve zenginlik kabul etmekte, hatta ne kadar özgürlükçü olduklarını göstermek için bunu bizlere karşı koz olarak kullanmaktadırlar. Tesettür ne zaman kendi hayat tarzlarını tehdit edecek boyutlara vardı, siz onların kim olduğunu hele o zaman bir seyredin.

İkincisi: Batı emperyalizmi örtünmeye ve Müslümanca hayat tarzına karşı verdiği savaşı, şimdilik kendi coğrafyasının dışında, başkalarının topraklarında, yani bizim topraklarımızda sürdürmektedir. Mecbur kaldığında bu savaşı kendi topraklarında da vermekten geri durmayacağının işaretlerini görmekteyiz.

Tarih, bu gerginliği defalarca yaşamıştır. Aziz şehid Hz. Yahya Aleyhisselam bu konunun zirvesindeki biricik sembolümüzdür. Saray etrafında çöreklenen ve ahlaksızca bir hayat süren sosyete gurubu, Hz. Yahya Aleyhisselam'ı sürdürmekte oldukları ahlaksız yaşantıları için en büyük tehdit olarak görmüşlerdir. Hayâsızca sürdürülen bu yaşantı biçiminin üstüne üstüne giden, saray ve çevresinde oluşan bu kokuşmuş yaşantı biçimini hedef alan Hz. Yahya Aleyhisselam, önce hapse atılmış ve sonra da mübarek başı kesilerek fuhuş düzeninin önüne bir tepsi içerisinde sunulmuştur.

Yüzyıla yakındır Türkiye'ye egemen durumdaki oligarşi, örtünmeye öylesine düşmandır ki, bu konuda gücünün yettiği her şeyi ortaya koyacaktır. Bugün AKP için açılan kapatma davasındaki iddiaların tamamı dönüp dolaşıp örtünme üzerinde yoğunlaşmaktadır. Dahası, bundan önce kapatılan aynı kulvardaki partiler de örtünme üzerinden kapatılmışlardır.

Birtakım siyasi değişikliklerle üniversitelerde başörtüsü serbest bırakılsa bile, hayatın diğer alanlarında yasağın sürmesi örtünenleri, örtünmek isteyenleri kesinlikle tatmin etmeyeceği gibi, örtü düşmanlarının direnişi de artan bir hızla sürüp gidecektir.

Şimdi siz örtünme meselesinin bir kanunla, bir yönetmelikle halledileceğini ve artık bu konunun tamamen kapanıp gideceğini ve gündemden düşeceğini zannediyorsanız, büyük bir yanılgı içindesiniz.

(mehmet göktaş-İnzar Dergisi 43.Sayı)

**usta iki çay, biri açık olsun



sen devlet güçlerini abi sohbetlerinden
ve ikinci el kitaplardan tanıyan çocuk
ayıp olmuyo mu böyle şiirlerinde
molotoflar kafaya sıkmalar falan?

sen Taksim otobüsüne binerken
sesli selam vermeye utanan çocuk
o gün tekbir çığlıklarıyla fırlıcan mı cidden meydanlara?

sen miting alanlarında bile
inceden bacılarını kesen çocuk
şimdi harbi harbi 'kahrolsun (mu) amerika'ya?

sen camı açık unutsa başı ağrıyan çocuk
devrim deyip te güldürme lan beni!

Muğayir Muharip

-beni yanlış ağacın altına gömdüler



Beni yanlış ağacın altına gömdüler

bir hayvan mezarlığında çürüyorum

körleri korkutan bir karanlıkla dağlanıyor gözlerim

tövbe ordusu dudaklarımı kılıçlarıyla temizlemeden öldüm

çünkü öldüm

çünkü şiir babamdı ve amin derken bile

kulu olmamı istedi kendimin.




Rabbim kalbimde pazarlar kuran şeytanların

tezgahları evlatlarımdır

o evlatları rüzgarla boş, hırıltılarıyla kazınsın derim

derim kazındıkça

yarasaya kendini izah edecek güneş

ama öldüm

kurşuna dizildikten sonra gelen af telgrafı gibi kalbim

kalbim

sana nasıl yabancı kalabildim?




Rabbim beni kendimin tanrısı olmaktan koru

kime bakarsam bakışlarımı sen tamir et

kime söz söylersem sözlerime sen dokun

ama biliyorum mezarlıkta uzamayacak gölgem

tırnaklarım ve saçlarım ve düşüncelerim büyümeyecek

yine de bir şeyin üstünü örtecek toprak




Rabbim o nasıl kendinden emin olacak

ayşe sevim

**muhatap



bunda merak edecek ne var
bir mısra, hayat kurtaran bir mısra
a’yı ne kadar uzatacağını bilmeyenlerden şair
intikam alacaktır
tercüme kokan yerli kahpeliklerden
telif olsa da fark etmeyecek
otuzuna gelmiş ama yirmisine gelememiş kızlardan şair
kırkına gelmiş ve adına para bastıramamış erkeklerden
hiç asabı bozulmayan, başka her yeri bozulan
aptallar için tekrar etmek gerekirse
şair intikam alacaktır
küçücük elleriyle büyük davranmaktadır
bunda haklıdır

telefonlar şarzda, her şey yolunda
doğal felaketler ajandalarda özenle işaretli
istatistik tabloları mükemmel görünmekte
çaresizlik eğrisi yükselerek sürmekte
sayfalardan taşan çılgın bir eğri
hızlı bir eğri, renkli, manyak, sapık bir eğri
adı şehvetle tekrarlanan bir eğri
yükselen eğri

tacirler yeteri kadar kurnaz şairler yeteri kadar uykusuz
istiklâlde satılır istiklâl madalyaları en ucuz
etler ve oburlar kışa hazırlar
karılarının siparişini düşünürken ölmüş adamlar
harika bayatlamış poğaçalarından bir ısırık daha alabilir
ama şair
vazgeçmeyecek
çaresizlik sürmelidir
nedeni bilinmemektedir

bıktırıcı yeniden de eski bir hesap
deftere yazılmıştır
şımarık çocuklarını iyi okullara kaydettiren mütedeyyin esnaf
lacoste bir tişört giyip cnn’e çıkınca
timsah olmaktan da çıkmış sayılmaz
sümerbank botlarıyla büyümüş bir kuşaktan
ablaların ördüğü kazaklarla okumuş
bunun şiirde bir karşılığı olmalı
hayatçı mujikler, müsamere birincileri, kafaderisi avcıları
keyifle uzatırlar bir romalı’nın kılıcına kafalarını
bunun şiirde karşılığı yok

sadece muhataba anlamlı boş sözlerle
her poetikanın bittiği bir nokta var
hayat kurtaran bir mısra yok
hayat kurtaran bir mısra var

osman konuk

**Dört ruhunda iki dünya çarpışıyordu



Ellerini uzat çocuğum, genç ağaçlar gibi ihtiyar yeryüzüne. Bu elleri görmemiz gerek. Meyvelerin büyüsü dalları unutturdu. Dalları, güneşi ve suyu. Bu boyaları bu ince parmaklarla mı kardın? Bu kubbeleri avucuna bakarak mı astın göğe?
Bu kayaları susuz kalmış bu on kökle mi yardın? Ya kelimelerine ne demeli? Yoksa sen bu üç yüz şiiri, taştan kurtulmak için mi yazdın? Oysa hep taşa doğru koşmuştun sen. Üzerine yürüdüğün kayalar üzerine yürümüştü mermer hayaletlere dönüşüp. Sana diyecekleri vardı, şişen damarlarından anlamıştın. Ey balık pazarında ölü balıklarla göz göze gelen çocuk! Ey renkleri Tanrı’nın tezgahından tuvaline taşıyan çırak! Dört ruhunu masaya yatır! Ressam, heykeltıraş, mimar ve şair. Hangisi sensin bak? Ey Floransa Cumhuriyeti’nin yoksul kralı! Rönesans’ın pagan lunaparkında neşelenemeyen çocuk! Ey ölümü, günahı, umutsuzluğu ve yakarışı dört ana renk yapıp, bütün eserlerini bu renklerin tonlarından elde eden simyacı! Ey Michelangelo! Ekleyerek değil eksilterek bütünü arayan üstad!

Ellerini uzat çocuğum, baban yenildi, tüccar olmaz senden, çıraklığa ne dersin Domenico Ghirlandaio’ya. “Şu şehrin zenginlerini kutsal tablolara rüşvet karşılığı yerleştiren kıskanç adam mı?” Öyle deme çırak, Meryem Ana’nın yaşayan bir kontese benzemesinde ne mahzur var! Bir kontun aziz kılığına bürünmesinde. Hem on üç yaşındaki çocuğu kıskanacak değil ya? “Çok ama çok kıskanç!” Demek saklayacak sırlarını parmak kadar çocuktan. Olsun. Freskin sıva kıvamını tutturamasan da, kentin hâkimiyle tanışacaksın orada bir gün. Lorenzo de Medici gülen bir maskeyi cilalarken görecek seni. Hayranlığını bir cümleyle gizleyecek: “Bu ihtiyarın bütün dişleri tamam!” Kalemini alacaksın bu söz üstüne ve üst çenede iki gedik açacaksın ustalıkla. Haydi Lorenzo, sen de bir kapı aç mermer dilenen bu çocuğa. Taşla yüz yüze getir. Bir çekiç ver eline, bir çelik burgu; ten renginde bal renginde şakısın. XV. yüzyılda haz uygarlığı kurarken Rönesans, kaçsın balolardan ve pagan ayinlerinden. Zevki günah işlemekte değil günahı reddetmekte arasın. Centaures savaşlarını mermerin üzerinde işlerken, mantıkla duygu gelsin aklına, bir hakem gibi uzatıp ellerini, insanla canavarı kapıştırsın.

Ellerini uzat çocuğum, yarım kalmış eserini tamamlaman gerekiyor ölü bir heykeltıraşın. Bir grup heykeli bu, neşeli ve hareketli çizgiler içeren. İyi ama neden kaçtı neşesi taşın? Neden duruldu mermer denizi? Demek Bolognalı heykeltıraş, Aziz Domingo’nun mezarına heykeller yaparken öldü. Demek daha ağır çizgilerle karşılamalı ölümü. Demek alınacak çok yol var. “Bacchus”ve “Pieta”yı geçip o müthiş “Davud”u beş buçuk metrelik bir kayadan doğurtmak var! Koşsun zıtlıklar, gerilim yaratsın. Düşey-yatay, kadın-erkek, canlı-ölü, giyimli-çıplak. Dört ruhunda iki dünya çarpışsın: Pagan estetiği ve takva. Keskiyle dile getiremediğini kalemle anlatsın Michelangelo. Mermerin damarları donarken şiirin damarları kabarsın: “Tanrım lûtfet de, kendini her yerde bana göster/ İlâhi ışıkların dolup ruhuma, sana yabancı heyecanları silsin/ Yansın yalnız senin aşkınla/ Tanrım feryadımı işit/ Körü körüne saplandığım tutkularımdan koru/ Ölmek üzere olan hislerimi yeniden dirilt, faziletimi kamçıla!”

Ellerini uzat çocuğum, insanları hoşnut etmek kolay değil. İşte içlerinden biri on sekiz ay sonra doğan “Çocuk Kral Musa”ya bakıp, “Burnu büyük olmuş!” deyiverdi. Bir avuç mermer tozu al ve tırman merdivene hadi. Heykelin burnunda çalışıyormuş gibi yaparak, dök ağır ağır mermer tozunu yere. Sonra işini bitirmiş gibi, sor münekkide “Düzeldi mi?” Evet düzeldi. “Heykele hayat verdiniz!” dedi, eleştiren adam. Hayır düzelmedi. Dünya hâlâ karman çorman. “Âdemin Yaratılışı”ndan bu yana bitmedi Kabil’le Habil arasındaki kavga. Papa IV. Paul, bakıp ustanın “Kıyamet Günü” tablosuna, “Düzelmeli!” dedi, “Nedir bu çıplaklar!” Michelangelo Papa’ya haber gönderdi: “Yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanılır bir hale getirin, inanın bu tablo düzelecektir.”

Ellerini uzat çocuğum, ayrılma vakti geldi. Taşla cenkleşerek yorulan ellerini artık gökyüzüne bağışla. Öyle bir cümle sarfet ki, sars Rönesans’ı: “Ne heykeltıraşlık, ne de ressamlık, Tanrısal bir yola yönelmiş ruhun özlemini doyuramaz.” 89 yaşındaydı ve üç arzusu vardı: Ruhunu Tanrı’ya, vücudunu toprağa, malını yakın akrabalarına bırakmak. Bıraktı da. Toprak tuval oldu bedenine. Suretine gelince, onu ilk ustasından öğrendiği gibi “Kıyamet Günü” tablosunun bir köşesine sakladı. Bir azizin elinde soyulmuş bir insan derisi olarak.

a.ali ural

*güneşimin önünden çekil


7 Eylül 2008 Pazar

-en güzel


http://www.slide.com/r/PL6ImV37xT9w0Pr-nCQGpJUjsjCM0xre?previous_view=TICKER&previous_action=TICKER_ITEM_CLICK&ciid=216172782197206883

-MANİFESTO/BURADAYIZ, ÇÜNKÜ...


Buradayız çünkü;
Burayı susuyorum diyerek bitirdiğimiz cümleler sırtımıza yük oldu. Gördük ki nereyi sustuysak orası gelip dayandı boğazımıza bıçak niyetine. Şimdi tabiri pek mümkün olmayan bir zamanı sürüyoruz. Boğazımızdaki bıçağın acısı yaşadığımız zamana bir tabir bulma zorunluluğu doğurdu. Söylemeye gücümüz varken duramazdık.

Buradayız çünkü;
Yaşadığımız günler büyük çalkantılara gebe bir zamanı işaret ediyor. Safları giderek belirginleşen bir topluma doğru gidiyoruz. Saflardan öncesine, o ilk ve yüce makama geri dönüyoruz; “insan olma” safındayız.

Buradayız çünkü;
Dert anlatılabilir yerler (gazeteler, dergiler, internet siteleri) sadece kanaat önderlerinin borularının öttüğü oluşumlar haline geldi. Kimsenin pis dumanını solumadan, sesimize katran katacak göbek bağlarına sahip olmadan, korkmadan ve tüm açıklığıyla konuşabileceğimiz bir yere ihtiyacımız vardı.

Buradayız Çünkü;
Başka türlü olabileceğine dair inancımızı kaybetmedik. Başka bir hayat/başka bir dünya bizim söylemeye meyyal dilimizce şekillendirilemese bile başka dillere bir tat bırakabilmek mümkün. Başka bir dünya kurulabileceğine olan inancı körükleyecek cümleler için bir karalama kâğıdı sunmayı kendimize borç bildik. Çünkü karalama kağıtlarının tabire ihtiyacı yoktur.

Buradayız çünkü;
Söylenmesi gerekeni vakti geçmeden, suların durulmasını beklemeden söyleyecek insanların konuşmasına fırsat vermemiz gerektiğine inanıyoruz.

Buradayız çünkü;
Kovulmuş, sürülmüş, ötekileştirilmiş, acı çektirilmiş, görmezden gelinmiş, yasaklanmış, tutuklanmış, kaybedilmiş, öldürülmüş ama inadına “insan”, inadına “sivil” kalabilmiş insanlar olduğunun bilincindeyiz. Avazımız çıktığı, nefesimiz yettiği kadar bu insanların arkasında durmamız gerektiğini biliyoruz.

Buradayız çünkü; söyleyecek çok sözümüz var

(musvedde.net manifestosu)

-çünkü annem




Çünkü annem bir yorgun zorunluluk

Yüzünde içi çiçekli eski kutu duruşu

Neydi unuttuğu mutfağa girip çıkarken?

Dalgınca boyayıp duruyordu kirli göğü



-Annem yelkovanın bıkkın dönüşü



Tek katlı evlerde mutluluklar aradı. Yok.

Çok çocuklu evlerde cıvıltılar istedi.

Yok.

Çukur yerlerinde geçmişin titreyişi

Toz suretinde yapışmış anılar duvara



- Annem bir tekerlemeydi odalarda



Geçkin yazlarla soldu ahşap düşleri

Eski bir telaşın dinmez sancısında

Ağlardı annem gülmek gibi dururken

Küçülür incelirdi aya baktıkça



-Annem balkıyan bir göl gülümsemesi



Bir kuşun uçuverişi gibi kolay ölümler çağı

Rahat yataklarda dikeni batar gecenin

Örterken annem yıllanmış perdesini

Babam bir ünlemdi akşamla uzayan



-Annem ki deltaların yazılmamış tarihi

gonca özmen

1 Eylül 2008 Pazartesi

-ÇOCUK




--bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne



Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin o'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem de
hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

CAN YÜCEL..

-İBRAHİM’İN YILDIZLARA SESLENDİĞİ GECE


Hatırlıyor musun İbrahim'in ilk seslendiği geceyi
Yıldızlara? Saturn’e haykırdı: “Benim Rabbim sensin!”
Ne mutluydu! Seher Yıldızını gördüğünde, haykırdı

“Benim Rabbim sensin!” Nasıl yıkılmıştı
Onların batışını seyrettiğinde. Dostlar, o da bizim gibi:
Batan yıldızları Rab belliyoruz kendimize.

Sadakatsiz yıldızların sadık yoldaşlarıyız.
Kazıcılarız, porsuklar gibi; seviyoruz duyumsamayı
Toprağın uçuştuğunu arka pencelerimizden.

Hiç kimse ikna edemez bizi çamurun
Güzel olmadığına. Porsuk nefsimizdir böyle düşünen.
Hazırız kalan ömrümüzü yürüyerek geçirmeye

Çamurlu ayakkabılarla ıslak tarlalarda.
Yılanın kırallığındaki sürgünlere benziyoruz.
Soğan tarlalarında durup yukarıdaki geceye bakıyoruz.

Kalbim sakin bir patates gündüz vakti, ve ağlayan
Terkedilmiş bir kadın geceleyin. Dost, söyle ne yapayım,
Ben ki batan yıldızlara âşık bir adamım

robert bly

29 Ağustos 2008 Cuma

-meçhul öğrenci anıtı


Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür



Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

24 Ağustos 2008 Pazar

-İSLAMCI


Bazı konuları dile tercüme ediş şeklimiz, ya da nasıl adlandırdığımız hayati düzeyde önem taşır. Buna rağmen, zamanla ya yorulur ya bıkarız ve yaydığı imajın kullanışsızlığından bahisle kavramı ifade eden kelimeyi terk eder, hatta ayıp saymaya başlarız.
Bu terk edişle son derece politik bir tercih yapmış oluruz. 'İslamcı' kavramının tu-kaka edilmesinden sonra bir kelime olarak da hayatımızdan çıkmaya başlaması gibi.

İslamcı kelimesinin sokaktaki insan nezdinde değersizleştirilmesi, İslam kavramının kutsallığı, onun simitçi, kahveci, gazozcu der gibi, bir satıcıyı ima eder gibi, -ci -cı eki alamayacağı mazeretiyle vuku bulmuştu. Atatürk-çü, Hegel-ci, Platon-cu, eşitlik-çi, tarih-çi Hukuk Okulu gibi kelimelerdeki eklerin, kelimelerin ait olduğu kavramları, şeyleri küçük düşürmediği ve rencide de etmediği bir vakıaydı oysa. Adam olana 'ben Müslüman'ım' demek yeter denilmekteydi. Teolojik tartışmalarda ve felsefi bağlamda hemen hiçbir şeye gereksinim duymayabilecek kadar kesif bir manaya tekabül eden 'Müslüman' kelimesi, çok geniş ve çok çeşitli eğilimler, anlayışlar üzere yaşayan bir kitleyi, bir toplumu siyasi ve kültürel açıdan çözümlemeye ve anlamaya çalışırken yetersizdi. Her Müslüman İslamcı değildi ve her İslamcı dindar değildi sözgelimi. Dahası bu dinin en temel hükümleriyle çatışma içinde olanlar bile 'Elhamdülillah biz de Müslüman'ız' diye başlamaktaydılar söze.

İslamcılık modernizmin ideolojisine, mevcut modern siyasi ve sosyal yapılara, İslam'ın referanslarıyla bakmanın, eleştirmenin, bunlara alternatif modeller üretmenin/önermenin adıydı. İslamcı, iyi bir dindar, aynı zamanda bir muhafazakâr nitelikleri haiz biri olabildiği gibi olmayabilirdi de. Müslüman kelimesinin baskın unsuru kelime-i şehadet getirmiş ve İslam'dan neyi anlamışsa, ne kadarını öğrenmişse o hal üzere yaşamaya koyulmuş olan herkesi, dindar kelimesinin baskın unsuru ibadetlerine dikkat eden, Müslümanlığın gereği olan iman etme ve Allah'a teslim olma edimlerinin içini doldurmaya çalışan herkesi, muhafazakâr kelimesinin baskın unsuru dinin ziyadesiyle geleneksel örüntülerini korumaya çalışan herkesi, 'İslamcı' kelimesinin baskın unsuru ise İslam'ın sömürgeciliğe, kapitalizme, eşitsizliğe itiraz eden bir beşeri sistem getirdiğini söyleyen, bir siyasi politik sistemin İslam'ın beşeri özüne tekabül etmesi için neleri kavraması gerektiği üzerine kafa yoran adamı ima ederdi. İslamcı, dinin toplumbilim ve siyaset bilimle olan kesişme ve ayrışma noktalarında düşünmeye dönük bir gayretin öznesi idi. İlk üç adlandırma halen hayatiyetini korurken İslam-cı'ya, -bu adamı niteleyen, onu motive eden unsurlara- ihtiyaç kalktı mı ki, adamı ifade eden kelime listeden silindi?

Hayır, ihtiyaç halihazırda resmi çizilecek kadar net. Tam da bu nedenle küresel sermaye artı devletlerden oluşan çokuluslu topluluk, bu ihtiyacın ağzına bir parmak bal çalıp itirazı uysallaştırmak, piyasa ekonomisinin yarattığı eşitsizlikleri mesele etmeyecek bir modele, 'ılımlı İslam' adını verdikleri bir projeye fit oluyor. Siyasal İslam'ın sonu vs. gibi tezlerle, 11 Eylül faciasından elde ettiği fırsatlarla marjinalize ettiği 'İslamcılık'ın üzerini çizip, yerine 'ılımlı İslam'ı dolaşıma sokuyor. İslam-cılık, İslam ile nitelenen bir düşünce tarzını ifade eder iken, ılımlı İslam, 'ılımlı' sıfatı ile 'İslam'ı niteleme girişimidir; aradaki farkın vahametini dilbilgisi üzerinden giderek dahi kavrayabiliriz.

Birileri 'ılımlı İslam' dedi diye, İslam bu nitelemeyi alır mı peki? Almaz. İslam, ne olduğu ve ne olmadığı gayet açık, kendisi hakkında bilgi veren bir kelime olması itibarıyla başına sıfat getirilemeyecek bir 'dolu gösteren'dir. Sert bir Müslüman, yumuşak huylu bir Müslüman, yoksul bir Müslüman, zengin bir Müslüman, inatçı bir Müslüman, dindar bir Müslüman ve hatta günahkâr bir Müslüman olur; ama günahkar İslam nasıl olamaz ise, dindar İslam kulağa ne kadar abuk geliyor ise, sert İslam, yoğuşmalı İslam, ılımlı İslam da olabilemez. 'İslamcı'yı değersizleştirmek için geliştirilmiş bir ataktır.

nihal bengisu karaca

21 Ağustos 2008 Perşembe

17 Ağustos 2008 Pazar

-ZAMANA ADANMIŞ SÖZLER



Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süregi
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasamda
Uzatma dünya sürgünümü benim
Güneşi bahardan koparıp
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir tuz bulutu gibi savuran yüregime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yoruldugum ayakkabılarımdan degil ayaklarımdan belli
Lambalar egri aynalar akrep melegi
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras degil mirasın hayalati
Ey gönlümün dogurdugu büyüttügü emzirdigi
Kuş tüyünden ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde insanlıga anıt gibi yükselttigi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Bütün şiirlerde söyledigim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkıs'ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzlugun haberini
Ey gönüllerin en yumuşagı en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba
Hep Kanlıca'da Emirgan'da Kandilli'nin kurşuni şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında
Şimdi onun birden bire gelen sonbaharında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey çagdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bagışlayan merhametin kalbi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Dagların yıkılışını gördüm bir venüs bardagında
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında
Güneşin sarardıgını gördüm Konstantin duvarında
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında
Ölüm düşüncesinin beni sardıgı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar mademki yar vardır
Yoktan da vardan da öte bir var vardır
Hep suç bende degil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Gögsünde sürgününü geri çagıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili...

Sezai Karakoç

16 Ağustos 2008 Cumartesi

-ali şeriati ve yalnızlık sözleri'ne dair


Sevgili Dr. Ali Şeriati,

Senin 1980?li yılların başlarında tanışmıştık. İran devriminin rüzgarı ile gelen tercüme furyası, önce senin kitaplarını getirmişti. Sonradan, devrimin gerçek ideoloğu olduğunu öğrendik. Ama İrandan gelen haberler, senin kitaplarının mollalar tarafından yasaklandığını, fikirlerinle karşı sistematik bir ambargo uygulandığını söylüyordu. Doğu felsefesinin deposu olan, hikmetin ve şiirin ülkesi İran, Şehinşah?lık rejimini yıkmış ama yerine Mollaşahlık düzeni kurmuştu. İslami devrim olmuştu ama Ali Şeriatı yasaklanmıştı. Şah rejimine karşı bir ömür kalemi ve yüreğiyle mücadele veren, onbinlerce genci ?Hüseyniye İrşad? denilen sivil okullarda bilinçlendiren, defalarca hapsedilen, sürgün edilen, aç, işsiz bırakılan, hasta çocuğunu dahi tedavi ettiremeyen, ama yine de yılmadan yorulmadan yazan, konuşan ve 1977 yılında sürgün gittiği Londra?da İngiliz istihbaratının yardımıyla İran ajanlarınca şehid edilen o büyük öğretmen, Sosyolog Doktor Ali Şeriati, ?İslam devrimi?nden sonra yasaklanmıştı. Neden acaba?



Biz ise , Ali Şeriati?yi yeni keşfetmiştik. 12 Eylül rejiminden demokrasiye geçiliyordu ve İran devriminin etkisini sınırlamak için sağcı-sünni bir İslamcılık pompalanıyordu buralarda. ?devlet mi korkuyordu, Amerika mı, İsrail mi, İngiltere mi, en çok hangisi korkmuştu bilemiyorum ama, devrimin ihracına karşı bulabildikleri tek silah, ruhsuz bir yeşil kuşak Müslümanlığıydı. Biz o zamanlar buna Amerikancı İslam diyorduk.



Ali Şeriati ismi, tıpkı İranın Şii mollaları gibi, bizim Sünnici mollaları da rahatsız etmişti. Tek bir cümlesini dahi okumadan, Ali Şeriati hakkında olmadık iftiralar atılıyordu. Şeriati şiiydi, gizli marksistti-ne demekse-, sapık fikirleri vardı, Allah, peygamber, Kur?an ve İslam hakkında itikat dışı yorumlar yapıyor, gençlerin kafasını karıştırıyordu, vb..İlginçti, İran?daki dinci molla rejimi ile Türkiye?deki laikçi molla rejimi, aynı kişiden korkuyor, aynı nedenlerle kaygılanıyor ve neredeyse aynı iftiralarla saldırıyordu. Acaba neden?



Biz her şeye rağmen okuyorduk Ali Şeriati?yi. ?İnsanın Dört Zindanı?, ?Biz ve İkbal?, ?Dua?, Medeniyet ve Modernizm?, ?Marksizm ve diğer Batı düşünceleri?, ?Kevir?, ?Ali şiası Safevi Şiası?, İslam-Bilim?, ?Ne yapmalı??, ?Öze Dönüş?, ?Dine karşı Din?, ?Fatıma Fatımadır?, ?Ebuzer?, ?Dinler Tarihi?? Beynimiz allak bullak oluyor, bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyordu. Şeriati, bir deprem etkisi yaratıyordu:



?Tarih, sınıf mücadelesi ve efendi köle kavgasıydı. Ezenler ve ezilenler, Habil-Kabil çatışmasıyla başlayan bir mücadelenin taraflarıydı. İnsan, beşer yanından gelen kötülükle, Allahın ruhundan gelen iyiliğin çatıştığı ve bu çatışmada İlahi yanın kazanması ile insanlaşabilecek bir türdü. varolan insan, olması gereken insan değildi. Dört zindan içinde yani, doğa, tarih, toplum ve insanın kendi zindanı içinde yaşıyorduk. Doğadan, tarihten, toplumdan, bilim ve akıl ile kurtulabilirdik. Ancak, kendi zindanımızdan, beşer yanımızdan, zaaflarımız, bencilliğimiz, ihtiras ve yıkıcı tutkularımızdan ancak ve sadece aşk ile kurtulabilirdik. Aşk, varlığın özüydü ve bütün peygamberler, çöl, çobanlık ve hicret ile, bu aşkı tazelemeye gelmişlerdi. Gerçek din buydu: İnsanı özgürleştirmek.. Ancak, zer (altın, mülkiyet), zor (iktidar ve güç) ve tezvir (sahte tanrılar ve sahte din)den oluşan beşer düzenleri, insanı köleleştirmiş, kullaştırmış ve özne olmaktan çıkartmıştı. İslam, İbrahim?in, Musa?nın, İsa?nın, Buddhanın, Zerdüşt?ün, Sokrat?ın, Mani?nin, aşk ve özgürlük mesajının en son halkasıydı ve özü buydu! Mevlana, ?Biz Kuranın özünü aldık, kabuğunu köpeklere attık? demişti. Ali Şeriati, işte bu özün peşindeydi ve İslam olarak bildiğimiz her şeyi yeniden öğrenmeye ve anlamlandırmaya çağırıyordu.



Marks?tan, Sartre?den, Alexis Carrell?den, L.Massignon?dan, Franz Fanon?dan, Mahavera?dan, Tagore?den, Pascal?dan bahsediyordu. Yunan mitolojisinden örnekler veriyor, Upanişadlar?dan, Vedalar?dan alıntılar yapıyordu. Konfiçyus?u, Lao Tse?yi, Eflatun?u, Aristo?yu, Descartes?i, Hegel?i anlatıyordu. Atman?ı, Samsarayı, Brahmanı, diyalektiği, monadı, aşkı, aklı, bilimi, felsefeyi, ahlakı, estetiği, sanatı arka arkaya sıralıyor, konuşuyor, konuşuyor, konuşuyordu.. Başımız dönüyor, yüreklerimiz kanat çırpıyor, aklımız zorlanıyordu.



Bizde olmayan, yada çok az bulunan bir tarzı vardı Şeriati?nin. Hz. Ali?den yola çıkıp, Promethe?ye, Fatıma?dan başlayıp Meryem?e, oradan Kybele?ye, İsa?dan Buddha?ya, Hindistan?dan Atina?ya, Paris?ten Afrika?ya, Mekke?den Meşhed?e, Çölden kente, devrimden aşka atlıyor, şiirden, müzikten, resimden, heykelden, sınıflardan, sömürüden, bahsediyordu. ?Aydın?, diyordu Şeriati, ?peygamberi bir misyonu vardır, dava ve eylem adamı olmak zorundadır. Toplumu bilinçlendirmeli, yol göstermeli, öncü olmalıdır.? Aydın, aykırı olmalıdır, yalnız ve yabancı, halkla iç içe ama halkın bir adım önünde..?



Ali Şeriati, niteliksel bir bilinç düzeyiydi. O düzeyde sağcılık, solculuk, İslamcılık, milliyetçilik anlamsızlaşıyor, insan, varoluş, tarih, adalet, özgürlük ve arayış evrensel bir anlam kazanıyordu. Bir Müslümana da, ateiste de, Hristiyana da, Budist?e de konuşuyor, ortak, evrensel ve insana ait bir dil kullanıyordu. Kurumsal dinleri, dogmalaşmış ideolojileri, bütün yerleşik kurumları ve kuralları sorguluyor, her şeye yukardan ve derinden bakmanın özgüvenini kazandırıyordu.



Sonuçta, İran?da ve Türkiye?de Ali Şeriati?nin bu kadar çok ve benzer düşmanının olması tesadüf değildi. Hepsinin ayakları altındaki halıyı çekiyor, hepsinin kullaştırdığı insan tipini özgürleştirip bilinçlendiriyordu. Ali Şeriati okuyanlarla okumayanlar arasında her zaman düzey, zeka ve bilinç farkı oldu. Şeriati okumayanlar, ?yeşil kuşak islamcılığına? kolay yem oldular. Çünkü, dertleri, davaları, düzeyleri, hep güdük kalmıştı. Geleneksel dini literatürle, alışıldık ezberlerle ve bir yığın tabuyla, ne dünyayı anlamak ne de anlamlı bir gelecek tasarlamak mümkün olmuyordu. Belki de bu nedenle, ?yeşil kuşak İslamcılığı?, yerel ve genel iktidarlardan, toplumsal servetten ve statü ve ün dağılımından istediği her payı fazlasıyla aldı ama, hiç bir zaman muktedir olamadı, olamazdı da..



Sevgili ?Doktor?,

Özel notların ve yayınlamadığın makalelerinden oluşan ?Yalnızlık Sözleri?nden, senin iç dünyana giriyor, daha yakında tanıyoruz. Meğer sen, seni okuyan ve sevenlerle aynı kumaştan, aynı dertten, aynı aşktan yaratılmışsın. Yazdıkların, konuştukların, başka aydınlar gibi bir rol ve misyon gereği değil, samimi, içten ve doğal patlamalardan ibaretmiş. İşte en çok bu yanını sevdim. Zira, biz şarklı insanlar, çoğu zaman yüceltmeleri severiz, insanlara kolayca erişilmez ve üstün nitelikler vehmeder, ün, şan ve statülere büyük önem veririz. Bu nedenle de aydınlarımızı, bilginlerimizi göklere çıkartır, sonrada en küçük bir insani hataları karşısında büyü bozumuna uğrayıp, bilgi ve düşünceye de küsecek tarzda dumurlar yaşarız. Aydınlarımızda maalesef bu vehmedilen konumlara uygun bir rolü oynamaya soyunur, kendileri olmayan bir kişiliğin sahte elbisesi ile dolaşmaya başlarlar. Bu oyun, bizim buralarda kişiliklerin fikir ve eylemlerin önüne geçmesini sağlar ve bir süre sonra neye inandığımızı unutup, kime bağlandığımızı konuşmaya başlarız.



Senin özü sözü bir kişiliğin ve hayatın, zaaflarını, şüphelerini, tereddütlerini itiraf eden samimiyetin, o saf ve doğal iç dünyan, beni gerçekten etkiledi. Bir an için, ülkemizde beş on tane Ali Şeriati ayarında aydın olduğunu düşledim.. Vazgeçtim, bir tane olduğunu hayal ettim. Ne bileyim, tek nedenle mutlak dönüşümlere inanmam ama bir tane Ali Şeriati çıkarmış olsaydı bu ülke, inan çok şey farklı olurdu diye düşündüm. En azından, son otuz kırk yıllık muazzam İslamcı enerjiden bambaşka ve daha ileri bir şeyler çıkardı. Milyonlarca insanın alınteri, emeği, gözyaşı, bileziği, küpesi, harçlığı, umudu, duası, yeşil kuşağa yem olmazdı belki, Avrupacılık, İsrailcilik, Amerikancılık, İngilizciliğe dümen kırmazdı. Ya da irtica öcüsüne malzeme yapılıp toplumun bir kesimini korkutmaz, batının fincancı katırlarını ürkütmezdi. Dini bir köylü ideolojisi ve sistemden pay talep eden yeni sınıfların malzemesi yapmaz ve tüm topluma ve insanlığa hayatın her alanında ileri ve kaliteli yaşam felsefesi ve etiği sunacak bir birikime dönüşürdü.. Daha modern, daha doğal bir Müslümanlık ve daha demokratik bir ülke için mücadele eden bir çok akım ve siyasetin anası olurdu İslamcılık. Hatta, sol ve milliyetçi çevreler dahi, bu düzey ve nitelikten beslenir, emek ve eşitlik kavgası ile vatan ve bağımsızlık kavgası, bir biriyle çatışan değil, bir birini bütünleyen ve geliştiren tatlı bir rekabetin konusu olabilirdi.İnsanlar, etnik yada mezhebi kimlikleri üzerinden konuşmaktan utanır, bu ilkel dil yerine, insanın dilini, hayatın ve özgürlüğün ortak dilini üreten bir konuşma üslubu kazanabilirdi. Keşke, bir Ali Şeriati?miz olsaydı. Bu zihinsel devrim ve seviyeyi ateşleyecek çapta... Keşke..



Sonra bu düşümden uyandım. İyi ki olmamış dedim, sevgili doktor. İyi ki senin gibiler henüz çıkmamış. Eğer çıksaydı, biz de boğmaya çalışır, olmadık iftiralarla sürgün ederdik. Senin kadar kitleleri, özellikle gençliği etkileyen bir yazarımız olsaydı, devlet de boş durmaz, ?bu memlekete Ali Şeriati lazımsa, onu da ben yaparım? der ve illaki zindanlarda çürütürdü. Ya da ?arkasında acaba kim var?? der ve mutlaka bir yabancı parmağı bulurdu. Alimlerimiz tekfir eder, aydınlarımız kıskanır, örgütlerimiz, cemaatlerimiz önce yanlarına çekip şişinmek ister, olmayınca düşman kesilip karalamaya başlardı. Kitaplarına, fikirlerine bu kadar düşman olanlar, eğer burada yaşasaydın sana neler yapmazdı..



Ali Şeraiti, Franz Fanon, J.P. Sartre, K. Marks, Hegel, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, M.Akif Ersoy, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Sezai Karakoç, Cemal Süreya..Bu çapta aydınların çıkabildiği toplumlar, tabii ki bir üst düzeyi gösterir. Ama bundan daha önemlisi, bu çapta aydınları korumak ve yaşatabilmektir. Biz henüz bu aşamaya gelemedik. Henüz bilgi, felsefe ve sanata dönük kuşkularımızı atamadık. Belki de, toplumsal bilinçaltımız, henüz güvenlik ve beslenme ihtiyacını doyurup, uygarlık yaratma eylemine geçemedi. Bu nedenle, her farklı sese önce, elimizden ne almaya çalışıyor, diye bakıyoruz, sonra eğer bundan eminsek, peki karın doyuruyor mu? diye yaklaşıyoruz. Nihayet, elimizden bir şey almayan, ezberlerimizi bozmayan, kafa konforlarımızı rahatsız etmeyen, sahte kamplaşmalarda bir mevki kapmış, sonrada bundan ekmek yemeye başlayan bir sürü aydınımız oluyor. Ali Şeriati?ler de tabii ki, bizim toplumlarımıza birkaç gömlek fazla geliyor.



Sevgili Doktor, sonuçta seni sadece biz okuduk ve sen sadece bizimle konuştun. Biz, Allah?tan başka sahibi olmayanlarız. Kimseye eyvallah etmeyen, kimseye biat etmeyen, bütün dogmalara, tabulara saldıran, kimsenin bir yerlere oturtamadığı bir garip kuşağız. Bizi sadece bizden olanlar anlar. Bizim konuşmalarımız da yalnızlık senfonisidir. Sessizdir, derindir, manalıdır. Biz, gözlerimizden tanırız birbirimizi, göz bebeklerimizdeki hüzünden, yorgunluktan tanışırız. Bir demli çayın buğusudur şifremiz, yada bir sigara dumanının kavisi. Nedensiz dalıp gitmelerdir muhabbetimizin en koyu anları.. İç çekişlerimizle kurarız en uzun cümleleri.. Ne mutluluğun resmini yapabilen bir ressam, ne hayatı kendimize yontabilen bir heykeltıraş değiliz. Alış verişi bilmeyiz, tek ticaretimiz, gençliğimizi verip belirsiz bir geleceği satın almışlığımızdır. Geleceğin, yaşadıklarımızın tekrarı olacağının da farkındayızdır. Zira, her şeyi yaşamış, kavgayı, sevdayı, öfkeyi tatmışızdır. Bize, ?ölüm gelir, çitlembikler, sarmaşıklarla?, çünkü ne yaşamdan ne ölümden bir beklentimiz kalmamıştır. Yolumuz, hedefimizdir ve yürürüz sadece, öyle mahsun ve öyle onurlu. Kardelen, bizim çiçeğimizdir, kartal, bizim kuşumuz. Her akıntıya karşı durur, her şeye yukardan bakarız. Özgürlüktür önce ve sadece, imanımızın özü. En çok yılandan korkarız, fırsatçı ve hainden..Çöl ve denizdir, tabiatımız. İki sonsuzluk arasında yaşamaya çalışırız. Ne saray takarız ne malikane.. Ne devlet sever bizi ne de ?kiliseler?. Bir bitimsiz yalnızlıktır yolumuz, bir sonsuz özgürlüktür menzili.. Hem vatan deriz, hem özgürlük, hem akıl deriz, hem aşk. Hem halk deriz hem yalnızlık..Hem doğudur ülkemiz, hem batı.. Hem Muhammed?dir önderimiz, hem İsa, Hem Spartaküstür yüreğimiz, hem Ali... Hem Che Guevara?dır kahramanımız, hem Malcolm X, hem İzzetbegoviç?tir, hem Dudayev? Biz bütün şiirlerden tek bir şiir, bütün bestelerden tek bir senfoni yapar, hayatı tek bir film karesine sığdırırız. Ne Amerika anlar bizi, ne Patagonya.



Biz sadece birbirimize tutunur, birlikte yanarız. Ateşimiz suyumuzu yakar, nefesimiz ateşi.



Seni daima okuyacağız doktor, daima okutacağız. Seni, biz tanıttık bu toprağın yüreğine, biz dalgalandıracağız o put kıran sancağını. Çocuklarımız, ?Üstad Ali Şeriati?, diyecek, Ali Şeriati okudum da adam oldum diyecek. Ve seni okumayan ve okutmayanlar, o cehaletin, bağnazlığın, zeka özürlü esnafları, düştükleri çukurun derinliğiyle övünenler, onlar bir gün çocuklarının ellerindeki Ali Şeriati kitaplarını görünce yıkılacaklar. Ali Şeraiti, onların azraili olacak..



Sevgili Doktor, kalem tutan ellerinden öper, şehid kanından süzülen bereket için sana sonsuz teşekkür ederiz. Hüda?nın rahmeti üzerinden eksik olmasın. Hoşça kalın.

ahmet özcan

-ŞU VEDA GİRİZGAHI AŞSIN ARTIK


orada yatana...




yüksek yapılar
ağır silahlar öldürmek için
ayışığı karanlık
güneş yakmak için
enne baba ve ölüm
çocuk büyümek için
herşey son herşey başlangıç
şu veda girizgahı aşsın artık



şimdi güllerin en kırmızısı
hayal maviye düşsün
yeşil umuda ve hazana kalsın sarı
şu veda girizgahı aşsın artık


ağlama karacaahmet
ağlama
akşamları masmavidir gök burada
sen topraktan gövdenle
kalabalık ve ıssız olsanda
yalnız değilsin
o cevher yatarken bağrında
ağlama karacaahmet
ağlama


şimdi güllerin en kırmızısı
hayal maviye düşsün
yeşil umuda hazana kalsın sarı
şu veda girizgahı aşsın artık


yüksek yapılar
ağır silahlar şimdi hiç
güneşi batanlar
güneşten çok yanmış
anne baba çocuk ölmüş
heşey son herşey başlangıç
şu veda girizgahı aşsın artık


ağlama karacaahmet
ağlama
gümüşnitrat kokuyorsa yaşam
yalnız sende yeşerir kan
sıralı taşların boyunca
yükselen hüzzam
ben deneni sana sarkıcam
ağlama karacahmet
ağlama

Ayfer Feriha Nujen
(lavaraci.com)

15 Ağustos 2008 Cuma

-ali şeriati üzerine notlar!



"Sevgili Doktor, sonuçta seni sadece biz okuduk ve sen sadece bizimle konuştun. Biz, Allah’tan başka sahibi olmayanlarız. Kimseye eyvallah etmeyen, kimseye biat etmeyen, bütün dogmalara, tabulara saldıran, kimsenin bir yerlere oturtamadığı bir garip kuşağız. Bizi sadece bizden olanlar anlar. Bizim konuşmalarımız da yalnızlık senfonisidir. Sessizdir, derindir, manalıdır. Biz, gözlerimizden tanırız birbirimizi, göz bebeklerimizdeki hüzünden, yorgunluktan tanışırız. Bir demli çayın buğusudur şifremiz, yada bir sigara dumanının kavisi. Nedensiz dalıp gitmelerdir muhabbetimizin en koyu anları.. İç çekişlerimizle kurarız en uzun cümleleri.. Ne mutluluğun resmini yapabilen bir ressam, ne hayatı kendimize yontabilen bir heykeltıraş değiliz. Alış verişi bilmeyiz, tek ticaretimiz, gençliğimizi verip belirsiz bir geleceği satın almışlığımızdır. Geleceğin, yaşadıklarımızın tekrarı olacağının da farkındayızdır. Zira, her şeyi yaşamış, kavgayı, sevdayı, öfkeyi tatmışızdır. Bize, ‘ölüm gelir, çitlembikler, sarmaşıklarla’, çünkü ne yaşamdan ne ölümden bir beklentimiz kalmamıştır. Yolumuz, hedefimizdir ve yürürüz sadece, öyle mahsun ve öyle onurlu. Kardelen, bizim çiçeğimizdir, kartal, bizim kuşumuz. Her akıntıya karşı durur, her şeye yukardan bakarız. Özgürlüktür önce ve sadece, imanımızın özü. En çok yılandan korkarız, fırsatçı ve hainden..Çöl ve denizdir, tabiatımız. İki sonsuzluk arasında yaşamaya çalışırız. Ne saray takarız ne malikane.. Ne devlet sever bizi ne de ‘kiliseler’. Bir bitimsiz yalnızlıktır yolumuz, bir sonsuz özgürlüktür menzili.. Hem vatan deriz, hem özgürlük, hem akıl deriz, hem aşk. Hem halk deriz hem yalnızlık..Hem doğudur ülkemiz, hem batı.. Hem Muhammed’dir önderimiz, hem İsa, Hem Spartaküstür yüreğimiz, hem Ali... Hem Che Guevara’dır kahramanımız, hem Malcolm X, hem İzzetbegoviç’tir, hem Dudayev… Biz bütün şiirlerden tek bir şiir, bütün bestelerden tek bir senfoni yapar, hayatı tek bir film karesine sığdırırız. Ne Amerika anlar bizi, ne Patagonya.
Biz sadece birbirimize tutunur, birlikte yanarız. Ateşimiz suyumuzu yakar, nefesimiz ateşi."
Ahmet ÖZCAN
(yalnızlık sözleri)



Ne okursunuz diye sormaktır asıl kastımız. Ne okursunuz? Bu sorudaki Ne'liğin hangi anlamının kullanılacağı okurun takdirine bırakılmıştır. Takdir okurundur. Çünkü okur bilir…Çünkü okur…
İlk okuma notumuzu İranlı sosyolog Ali Şeriati üzerine koyacağız. "İnsanın Dört Zindanı"… İnsan dört duvar örmüştür kendine. Algısaldır ve tüm algılarının çerçeveleyicisidir. Bireyin seçme özgürlüklerinin sınırlanmasından bahsediyor. Ki seçme özgürlüğü bırakın demokratik haklardan dem vurmayı bir yana varoluş psikologlarının kalemlerini süsleyen nakış oluvermişlerdir. Şeraiti, dar bir çerçeveden geniş bir açıya sahipmişçesine bakabilme zannıyla yaşayan 21.yy insanın portresi çiziliyor. Uzak ve yalın bir portredir bu. Ve malumdur ki ömrü kısadır yazarın. Söyleyeceklerini eveleyip gevelemeye vakti yoktur. Bilgi ve felsefe bir sağanağa tutulmuşçasına dökülmektedir kaleminden. Okur alışılanın aksine uzun cümleler arasında değil kısa cümlelerin ağırlığında tekrar başa dönüp kelimelerin cesaretine ve haddine selam vermektedir. Özgürleşemeyen birey sorunu. Özgürlüğün kimin sınırında olduğu karmaşası. Sonnot; Kendine kurduğun tuzak; görmeyen bir kölenin daha iyi hizmet edebilmesi için sahibi tarafından göz ucuna yerleştirilmiş gözlüğe can kurtaran muamelesi yapmasıdır.
İkinci not; "Dine Karşı Din" bağırıp çağırılmıştır çok zaman. Din ulusların afyonu diye. Doğru diyor Şeriati şaşırtarak, evet afyondur diyor ve ekliyor 17 yüzyıl filozofları gibi Din, insanların bilimsel sebepler karşısındaki bilgisizliklerin ürünüdür, hatta din halkın boş kuruntularının ürünüdür. Ve soruyor yazar bu din, hangi din dir? Din den kast edilen nedir? Dinzsizlik var mıdır? Yoksa tarih boyunca karşı karşıya gelen din ile din midir? İlk bakıita oldukça garip anlamının anlaşılması üzerinde çokça düşünülmesi gereken karmaşık kavramları sarahate kavuşturuyor yazar. Kafası karışıklar ve kendinden eminler için güzel bir okuma denemesi olacak.
Üçüncü not; "Sanat". Sanat nedir gibi üçüncü sınıf bayat bir tartışmanın ortasına düşmek istemeyenler için; Var olmayan, var olması gerekenin arayışının ince ince dokunduğu kitabın yerini koltuk altlarında ayırın. Lakin; sizi şu cümle ile manipüle edeceğim; "bilgi; insanın varolan hakkında bilgilenme çabasıdır, teknik; var olandan mümkün mertebe faydalanmak çabasının aracıdır, oysa sanat; insanın olmayandan yararlanmak için çabasından ibarettir…"
Meraklısına not; okuma notları sadece iyi kitaplar için düşülmez. Kötü kitaplar için düşülmüş notları bu sütunun yazarının rüyalarını süslemektedir.

cem gençoğlu
(fotoğraf:cevher25)

14 Ağustos 2008 Perşembe

-anne babaların korkulu rüyası çocuklara yönelik taciz/adem güneş


Çocuklara Yönelik Taciz
Ana Babaların Korkulu Rüyası Çocuklara Yönelik Taciz
Adem Güneş
Sistem Yayıncılık

Gün geçmiyor ki, medyada çocuklara yönelik bir taciz haberi yayınlanmasın. Nefret, öfke ve endişe ile takip ettiğimiz bu haberlerin neden sonu gelmiyor? Kendi çocuklarımız da bu tehditle baş başa ise bunu nasıl anlayacağız? Konuşulması bile tüyler ürperten böylesi bir gerçeğe karşı gözlerimizi kapalı mı tutalım, yoksa bu risk karşısında bilinçli bir anababa mı olalım?

Bu kitap, çocuklara yönelik tacizler konusunda bilinmeyen birçok noktayı gözler önüne seriyor. Anababaların korkulu rüyası haline dönüşen tacizlere karşı bir bilinçlenme sunuyor. Taciz edilme riskine karşı çocuklar (korku ve endişeye düşürülmeden) nasıl eğitilmelidir.

Taciz tehdidi altında bulunan bir çocuk, bu tehdidi kolaylıkla etrafı ile paylaşabilir mi? Böylesi durumlarda çocuğun davranışları nasıl değişir? Anababa bunu nasıl anlar? Çocuk tacizcileri nasıl tanınır? Tacizcilerin ortak yanları nelerdir? Çok uzaklarda aradığınız bu kişiler kendi semtinizde de olabilir mi? Çocuklarına karşı hassas duran bütün Anababaların başucu kitabı özelliğindeki bu eser, sadece okunmakla kalınmamalı, hassasiyet taşıyan herkese tavsiye edilmeli, okullarda, yurtlarda, hastanelerde ve çocukların olduğu her yerde mutlaka bulundurulmalıdır. El ele bilinçli bir toplum oluşturulmadıkça "taciz hastalığı"nın sokak sokak her evi tehdit etmeye devam edeceği unutulmamalıdır.

11 Ağustos 2008 Pazartesi

-YILIN FOTOĞRAFLARI













anın, günün, haftanın, ayın, mevsimin, yılın ve hatta yüzyılın fotoğrafları.

-filistinli sevgili


gözlerin bir diken
yüreğe saplanmış,
çıldırasıya sevilen,
işkencesine dayanılamayan.
gözlerin bir diken,
rüzgârdan koruduğum,
ötesinde acıların, gecelerin,
derinlere sapladığım.
kandiller yanar ışığınla,
geceler dönüşür sabaha.
bense unuturum birden,
- göz rastlar rastlamaz göze-,
yaşadığımız bir vakitler
kapının ardında
yanyana.

*
şakırdın sanki konuşurken.
isterdim konuşmak ben de.
dudaklarda hayır mı kalmıştı ki,
o bahar gibi dudaklarda!

sözlerin
güvercin gibi
yuvamdan
uçtu gitti.
kapımız,
sonbahar kadar sarı
basamakları ardından
fırladı gitti
canının çektiği yere.
aynalar oldu paramparça,
yığıldı içimize
acı üstüne acı.
topladık sesin küllerini
getirdik bir araya.
böylece söyler olduk
acılı türküsünü yurdumuzun.
hep birlikte sazın bağrına
ektik bu türküyü,
evlerin damlarına taş fırlatır gibi
fırlattık attık bu türküyü,
alın, dedik,
sancıdan kıvranan kalplere.
oysa her şeyi unuttum ben şimdi.
ya sen, ya sen, sevgili,
sesini kimselerin bilmediği!
belki de gidişindir senin
ya da susmandır
sazı paslandıran.

*
dün seni limanda gördüm,
yapayalnız, yolluksuz yolcu.
bir yetim gibi sana doğru koşuyordum,
arıyordum sanki yaşlı anamı.

nasıl, nasıl, yemyeşil bir portakal ağacı
kapanır bir hücreye ya da bir limana,
nasıl saklanır gurbet elde
ve yemyeşil kalır?
yazıyorum not defterime:
limanda durakaldım...
en dondurucu kış kadar soğuk gözler gibiydi dünya,
doluydu portakal kabuklarıyla ellerimiz.
ve hep çöl, ve hep çöl, ve hep çöldü ardım.

*
seni yalçın dağlarda gördüm,
kuzularınla, kovalanan çoban kızı.
sen benim bahçemdin,yıkıntılar ortasında.
bendim o yabancı, bendim kapını vuran.
ey gönül! ey gönül!
kapı kalbimin üzerinde yükseliyordu,
pencere, taşlar ve çimento
kalbimin üzerinde.

*
seni su testilerinde gördüm,
buğday başaklarında,
yıkık dökük, parça parça, unufak.
hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde,
sancıların şimşeklerinde gördüm ve yaralarda.
bağrımdan koparılmış ciğer parçası sensin.
dudaklarıma ses olacak yel sen.
ateş ve akarsu sensin.
gördüm seni bir mağaranın ağzında
yetimlerinin çamaşırlarını iplere asarken.

gördüm sokaklarda seni ve ateş ocaklarında,
kaynayan kanında güneşin.
ve ahırlarda...
ve bütün tuzlarında denizin.
ve kumlarda...
toprak gibi güzel,
yasemin gibi,
ve çocuklar gibi.

*
ve ant içerim ki,
bir mendil işleyeceğim yarına kadar,
gözlerine sunduğum şiirlerle süslü
ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:
"bir filistin vardı,
bir filistin gene var!"

*
gözleriyle filistin,
kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle filistin,
adıyla sanıyla filistin.
düşlerin filistin'i ve acıların,
ayakların, bedenlerin ve mendillerin filistin'i,
sözcüklerin ve sessizliğin filistin'i
ve çığlıkların.
ölümün ve doğumun filistin'i,
taşıdım seni eski defterlerimde
şiirlerimin ateşi gibi.
kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.
koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,
inlettim senin adına koyakları:

sakının hey
kayaları döve döve şarkımı koparan şimşekten!
benim gençliğin yüreği!
benim beyaz kanatlı atlı!
benim yıkan putları!
kartalları tepeleyen şiirleri benim eken
tüm sınırlarına suriye'nin!
zalim düşmana bağırdım, ey filistin, senin adına:
"ölürsem, ey böcekler, vücudumu didik didik edin!"
karınca yumurtasından kartal çıkmaz hiçbir vakit,
yalnız yılan çıkar zehirli yılanlardan!
ben barbarların atlarını iyi bilirim.
bir ben dururum onların karşısında,
bir ben,
gençliğin yüreğiyim her daim,
yüreğiyim beyaz kanatlı atlıların.

mahmud derviş

-ŞARK KEDİSİ


Bir Bedevi bir kedi avlamıştı ama avladığı hayvanın ne olduğunu bilmiyordu. Av dönüşünde bir adama rastladı; bu adam Bedevi'ye dedi ki: "Bu nasıl bir sinnaur?" Derken az sonra bir başkasına rastladı ki o da avlanmış hayvanı işaretle şöyle sordu:
"Bu nasıl bir hin?" Derken başka birine rastladı; bu şöyle sordu: "Bu nasıl bir gitfi?" Ve sonra başka birisine rastladı; bu seferki şöyle sordu: "Bu nasıl bir daywan?" Bir sonraki ona şöyle sordu: "Bu nasıl bir chaydäl?" Bir başkası: "Bu nasıl bir chaytap?" diye sual etti; sonuncu rastladığı ise dedi, "Bu nasıl bir dam?"

O zaman Bedevi kendi kendine şöyle düşündü: "Gidip bunu satmak istiyorum; belki Allah bana büyük bir kazanç nasip eder!" Pazara vardığında müşteriler kendisine sordular: "Bu avladığın hayvanın fiyatı ne kadar?" Dedi ki: "Yüz dirhem!" Dediler ki: "Olmaz, bu yarım dirhem eder!" Bunun üzerine Bedevi kediyi fırlatıp attı ve şöyle bağırdı: "Allah belasını versin; bu kadar isme bu kadar az para!"

-cam yanaklı çocuklar


Bir kediyi, bir de çocuğu hoplayıp zıplarken görmekten fena halde haz duyarım. Her ne kadar resim ve tasvirlerde sıcağa sığınmış uyuklayan kediler yer alsa da, ben hazzetmem uyuşuk kedilerden. Ve tabii çocuklar da...
Eskilerin, epey eskilerin ileride iş yapacak sağlam, girişken ve gözünü budaktan sakınmayan birey ararken, çocukların kafalarını sıfır numaraya vurup, kafadaki kırık sayısına göre seçim yaptıklarını duyduğumda yüzümde benzersiz bir mutluluk gülümsemesi belirmişti.

Yara demek deneyim demek değil miydi aslında? Ve her yara belki bir özgürleşme madalyasıydı.

Kediler özgür olmalı... Ve tabii çocuklar da...

Eski aristokrat evlerin mahzenlerinde saklanan kavanozlar vardır. Hani şu Hacı Abdullah türü lokantaların raf ve vitrinlerini süsleyen türden. Muhteşem bir şeffaflık ve içinde billur gibi bir sıvıda duran meyve ve sebzeler. Turşu yahut komposto olarak bekletilen bu cam kavanozlar nedense hep içimi burkar. Ve ne zaman yüzünü cama dayamış, sokağı seyreden bir çocuk görsem hep bu kavanozları hatırlarım. Bir çeşit mahpus hayatı gibi gelir bana o çocuğun yaşamı.

Çocukluğun turşusu kurulamıyor maalesef ve çocuktan kompostonun tadı pek hoş olmaz sanırım. Ezilir çocuk ruhu, camdan bölmelerin ardında, lakin ebeveyn onu tehlikelerden korumak için içeride tuttuğuna inanır. Koruma güdüsünün neden olduğu tutsaklık!

Bilumum tehlike işte; kötü arkadaş, kirli çevre, terleme, yorulma, sakatlanma vesaire... Ama atalarımız kafasındaki kırık sayısına göre belirlermiş çocukların geleceğini... Bu nedenle kafasında kırık izi olmaz yanağını cama dayamış çocukların. Gözlerinde ezik bir hüzün, yanakları cama dayalı bir şekilde buharlaştırana kadar camları bakarlar dışarı. Hayat oradadır; dışarıda; camın öte yanında... Durmaksızın akıp gider yollar, sokaklar, oyunları...

Kirli çocuklar görürler camdan yanaklı çocuklar... Terlemiş, düşüp dizini kanatmış, burnu akan... Anlamam çocuklarını camdan kafese hapseden anneleri; 'çimlere basmayınız' levhalarını koyan devletlûları anlamadığım gibi.

Ne münasebet çimlere basmamak! Çimler basılmak içindir, toprak üzerinde uzanmak!

Esasen beton yapılarla çimleri çevrelen zihinlere asmak lazım tüm uyarı levhalarını... Upuzun gökdelenlerle dilim dilim dilimlenmiş masmavi gökyüzünü, kuyunun içindeki kurbağa gibi hüzünle izleyen cam yanaklı çocuklar hep hüzünlendirir beni.

Bebekler henüz daha gözlerini bile açmadan el ve ağızlarıyla, yani dokunarak tanıyıp, zihinlerine tanımlarlarmış çevreyi. Minik bir bebeğin yakaladığı her şeyi ağzına götürmesi, onu yemek istemesinden değil, bu dokunarak tanıma sürecinin olağan reflekslerinden biriymiş.

Bu nedenle bir tek camı tanıyabiliyor cam yanaklı çocuklar. Yağmura dokunamıyor, çamura, çime, toprağa, arkadaşının dizine, topa ve daha bin çeşit şeye...

Oysa kediler dokunmalı ki, hayat denen o eşsiz mucizevi kaynağın neşesini hissetsin insanoğlu.

Ve çocuklar da...

Dokunmalı...

Ve çekmeli yanağını camlardan...

Kırıp camdan kafesin duvarlarını dışarıya çıkmalı mutlaka. Temas etmeli. Ve koşmalı hatta... Hoplayıp zıplamalı tıpkı kediler gibi. Düşmeli, kanamalı, canı yanmalı, iyileşmeli sonra, izler kalmalı küçük yaralanmalardan bacağında...Ve biz bu yaralara bakarak anlamalıyız hayatımızın anlamını.

İnsan yaşadığını ancak o zaman hissediyor zira!

Özgür olmalı çocuklar.

Ve tabii kediler de...

m. nedim hazar

10 Ağustos 2008 Pazar

-KONUŞAN FOTOĞRAF/LAR







**deli gözbebekleri/4


-taşa neden sertsin diye sorulmaz.

-uyuda ruyana turnalar gelsin.

-anlamazlar mı derdini, onlarda insan!!!

-mutlumuydum ki, sade nefes aldım.

-seni özlemenin deli bir karanfil kokusu var.

-mayın tarlalarından gelincik toplayarak/geliyorum sana.

-gülüşünün gönlümdeki rengi.

-yüreğimin en kullanılmamış köşelerini aradım bütün gece, ellerim kan içinde kaldı.

-hiç bir ninni uyutupta büyütmedi beni.

-hanidir değişti sanki göğün göğsüne yaslandığım rengi.

-herkesin kendini tanaıyamadığı zamanlarda vardır sevgili.

--kalbimin en bahar olan yerinden tut beni--

--kalbimin yokuşuna denk gelmeli bakışın--
-kitabın (tam) ortasından konuş benimle sevgilim...
-hayır hayır, kırgınlıklarımı içimde eritemem...
--yürüyüşünü düzelt/kambur--
--nakış donmuş bir hayalin resmidir. dön(e)mezsem beni nakşet...
-acının olgunlaştıran seherinde kirpilerime kar düştü sevgili...
-çok muhabbet tez ayrılık getirir.
-birbirini sevip yola çıkmak, yola çıkıp birbirini sevmek...
-uçmak neki, yerde leş arıyorsa gözler...
-bir gün dünyanın en çekilmez toplumu ünvanını alırsak, acaba bunula da övülmenin bir yolunu
bulurmuyuz...
-haftada bir cuma yetmez ki bana...
-bahçemin halinden baharımı kıyasla

-EVİMİZİ ARAYAN POSTACI

Her an kapımız çalınabilir. Postacı vazgeçmedi, evimizi arıyor. Beklerken Tefeül yapar gibi rastgele bir kitap çekiyorum raftan. Kapağına bakmadan sararmış sayfaları çevirmeye başlıyorum. Önce karşıma bir avcı çıkıyor. Sırtındaki tüfeğinden anlıyorum.
Ata binmiş, yanında köpeği satırların arasında bir yol arayarak gözden kayboluyor. Onu tekrar görebilmek için elimi alnıma siper yapıp gözlerimi kısıyorum. Eminim ki avcı nişan alırken böyle kısıyor gözlerini. Ateş! Bir keklik döne döne düşüyor gökten. Bir köpek soluyarak koşuyor çalılıklara doğru. Bir okur kirli sarı bir zeminde şu satırlarla karşılaşıyor: “Ata binmiş yanında köpeği bir avcıya benzer insan. Eğer atla köpeği iyi sever ve idare ederse üçü de mesut olur. Ama eğer at istediği yere giderse üçü de bedbaht olurlar. Zira at uzakta bir yeşillik veya su görür gibi olur. Oraya koşar. Ama gördüğü ne ottur ne de su…”

Her an kapımız çalınabilir. Postacı vazgeçmedi evimizi arıyor. Elim hâlâ alnımda. Ateş! Bir cümle döne döne iniyor gökten: “Beden ruhu olgunlaştırma yolunda bir araçtan ibaret olup saadeti arama yollarında bir binektir. İnsan ruhu hayvanlardaki ruhtan iki noktada ayrılır. Kavrayış ve iyiyle kötüyü ayırt etme. Hal ve hareketlerine göre üç çeşit varlıktan söz edebiliriz: Ehli hayvanlar, yırtıcı hayvanlar ve melekler. İnsan hal ve hareketlerine göre hayvanlar âlemine veya melekler âlemine ortak olur. Bu üçünden hangisiyle ortaklık yapacağına karar vermekte hürdür.” Bu sözler üzerine tetiğe tekrar basacak gücü kendimde bulamıyorum. “Ateş” düştüğü yeri yakıyor. Ortaklarım pençelerini çıkarıyorlar yuvalarından. İşte o an bu satırların sahibini tanımak için kapatıyorum kitabı. Kapakta Kınalızâde Ali Efendi yazıyor.
.
.

Her an kapımız çalınabilir. Postacı vazgeçmedi evimizi arıyor. Kınalızâde, “Nasıl yaşamalı?” sorusunu, “Erdem ve adaletle!”,”Erdem nedir?” sorusunu, “Zekâ, cesaret ve iffetin âhengi!” diyerek cevaplıyor. Sorular ve cevaplar iki yakada gitgide çoğalıyorlar. Sonunda bu iki kıta arasına bir köprü inşa etmek zorunda kalıyor Kınalızâde: “Ahlâk-ı Alâî”. Şam’da kadıyken kaleme alıp Suriye Beylerbeyi Ali Paşa’ya ithaf ettiği bu eserinde âile ve devlet ahlâkını iç içe ele alıyor. Eğitimden hiçbir zaman ümidini kesmeyen Ali Efendi, hiçbir karakterin fıtrî olmadığını ileri sürerek “Kurdu terbiye etmek boşunadır,” inanışını reddediyor. “Allah’ın yardımı ile ümidim odur ki, bu kitabım kalplerde öncekilerden daha çok kabul görecek, olgun­luk arayanlara yeni bir elbise giydirecektir,” diyerek çıktığı avda çantaları dolu olarak evine dönüyor. Terbiyenin ilk işinin çocuğu olumsuz etkilerden ve kötü ortamlardan korumak olduğunu vurgulayan Kınalızâde, “İnsan mümkünse kendisinden daha iyi varlıklar dünyaya getirmek için evlenmelidir. Evlenip de böyle yapmayan şeytanın kardeşidir!” diyor.

Her an kapımız çalınabilir. Postacı vazgeçmedi evimizi arıyor. Kınalızâde Ali Efendi, zamanın şair ve müzisyenlerinden Nihânî’yi henüz hasetçilerin iftirasıyla padişahı devirmekle suçlanıp idam edilmeden önce şu gazelle davet ediyor yemeğe: “Yanağının ışığı bu gece evimizi aydınlatsa, bu yıkık gönlümüzü coşkunun oduna yandırsa…/ Ey zahit! Saki kadehleri döne dolaşa doldurdukça, biz şarabı ve kadehi bırakmayız./ Ayrılık gecesinde sağ kalırsak şaşılmamalıdır, ecel postacısı karanlıkta evimizi bulamaz da ondan. Kimse duymasın, bu gece pencereden gel, yıkık kulübemizi ay gibi aydınlat. Ey Ali! Saçları zincir olanların suçları yoktur, çünkü biz deli gönlümüzü bir türlü tutamayız.”

a.ali ural

8 Ağustos 2008 Cuma

-ödüllü fotoğraf/lar





-GÜLÜMSEMEYE DEVAM ET, HAYAT BİZDEN YANA


GÜLÜMSEMEYE DEVAM ET

Yaşamak korkutmasın seni,
Çünkü sen okumayı en iyi bilensin,
Ve bir o kadar katlanmayı.
Hangi sövgü küstürebilir güneşi yeryüzüne
Hangi nefret aciz bırakır bir yıldızı.
Cesaret ve güç verir sahibine her umut.
Yorgu başını avucuna yaslsmış her usta
Yeni bir koşunun hayalindedir.

bunun için düşün!

Biraz da hüzündür besleyen sevinci
Ve öfke nedir bilmeyen tadamaz aşkı.
Gülümse kazanacak olan biziz
Çünkü biz en iyi KAYBEDENİZ!
Ölmeyi bilmeyen bilemez yaşamayı.
Bu yüzden gülümse bebeğim;
Çünkü bizden yanadır yeryüzü ve gökyüzü

HAYAT BİZDEN YANA......
(fotoğraf: marc riboud-şiir.gen.tr)

6 Ağustos 2008 Çarşamba

-o kızı sakın üniversiteye sokmayın!


İnanmayın ona. Söylediklerine, yaptıklarına, bakışlarına, gülümsemelerine, dalıp gitmelerine inanmayın.


Görmezden gelin o kızı. Sözlerini cevapsız bırakın. Sorularını, meraklarını cevapsız bırakın. Çaresizliğini yüzüne çarpıp, uluorta yalnız bırakın gerekirse.

Bağırıp çağırsın bazen ve siz yine de duymazdan gelin. O kızı sakın üniversiteye sokmayın. Çok istiyorsa gelsin kapının dibine. Yüzünü bir duvara dönsün. Etrafına şöyle bir baksın. Tanıdık yüzler yaklaştığında görmezden gelsin.

Bir an beklesin. Sonra yüzünü tekrar duvara dönsün. Şöyle bir durup düşünsün. Duvara dönsün yeniden.

Duvara elini uzatsın ve fakat duvar elini boş bıraksın. Duvar da başka tarafa çevirsin bakışlarını. Bir ayna açılsın duvarda. "Dünyanın en güzel kızı kim?" diye sorsun üniversite duvarına. Ayna cevap vermesin. Sırası mı şimdi masalın, geçelim bunları. Elini başına götürsün.

Duvar bir an elini uzatsın. Sonra vazgeçsin. Yine başka tarafa çevirsin bakışlarını. "Bir şey mi var?" diye sorsun duvara kızcağız. Duvar cevap vermesin.

Elini başına götürsün. "Keşke götürmese" diye içinden geçsin duvarın. Kız duvarın içinden ne geçtiğini asla bilmesin. Bu duvar ve bu kız her sabah karşılaştığı halde tek bir kelime konuşmasın. Duvarın içinden merhamet geçsin, yük trenleri geçsin, altıkırkbeş vapuru geçsin, şehrin telaşlı yüzleri geçsin, kızın kendi başınayken katıla katıla ağlamaları geçsin.

Çok istiyorsa o kapıdan geçmeyi. O üniversiteye adımını atmayı istiyorsa elini güçlü ve kararlı bir şekilde başına uzatsın. İlk zamanlarda zalim bir titreme gelir yapışır kollarına ama aldırmasın. Gözlerini kapatsın. Duvar da tam bu esnada gözlerini kapatır ya!

Eliyle başörtüsünü çekip alıversin başından. Alelacele çantasına tıkıştırsın başörtüsünü. Kafasını hiç yerden kaldırmadan. Duvara bile bakmadan, hızlı adımlarla içeriye girsin. Saçlarını düzeltmeden, uçurum gibi genişleyen kapı aralığından kocaman adımlar atarak yuvarlanmamak için, içeri atıversin kendini.

Kendisi içeri girerken, kırık kalbi, İnşirah suresi, ninesinin maşallahları, annesinin nazar duaları, babasının maaştan arttırıp aldığı hediyeleri, ilk elifbası, başörtü iğnesi dışarıda kalsın.

Böyle yaparak ve gerekirse kuş tedirginliğiyle atan kalbini çıkartıp duvarın üstünde bırakarak içeriye girsin. Avcının çıkardığı geyik kalbine hiçbir rektör inanmaz, kendi kalbini bıraksın.

Aksi halde o kızı sakın üniversiteye sokmayın. Huzurumuzu bozmasın, canımızı sıkmasın, havamızı dağıtmasın durduk yerde. Anlamaya çalışmayın boş yere. Oldu bittiye getirin bütün duygularını.

Kendinize benzemeyenleri, sizin sitede oturmayanları, sizin mağazadan alışveriş yapmayanları, Mançuryalıları, Vizigotları, Papalagileri, Tom Amca'nın kulübesindekileri de almayın inadına. Almayın hiçbirini.

Almayın ve anlasınlar böylece sizin cennetinize girebilmek için, sizinle aynı kanı taşımaları gerektiğini.


tarık tufan