29 Ağustos 2008 Cuma

-meçhul öğrenci anıtı


Buraya bakın, burada, bu kara mermerin altında
Bir teneffüs daha yaşasaydı
Tabiattan tahtaya kalkacak bir çocuk gömülüdür
Devlet dersinde öldürülmüştür



Devletin ve tabiatın ortak ve yanlış sorusu şuydu:
-Maveraünnehir nereye dökülür?
En arka sırada bir parmağın tek ve doğru karşılığı:
-Solgun bir halk çocukları ayaklanmasının kalbine!dir.

Bu ölümü de bastırmak için boynuna mekik oyalı mor
Bir yazma bağlayan eski eskici babası yazmıştır:
Yani ki onu oyuncakları olduğuna inandırmıştım

O günden böyle asker kaputu giyip gizli bir geyik
Yavrusunu emziren gece çamaşırcısı anası yazdırmıştır:
Ah ki oğlumun emeğini eline verdiler

Arkadaşları zakkumlarla örmüşlerdir şu şiiri:
Aldırma 128! İntiharın parasız yatılı küçük zabit okullarında
Her çocuğun kalbinde kendinden daha büyük bir çocuk vardır
Bütün sınıf sana çocuk bayramlarında zarfsız kuşlar gönderecek.

24 Ağustos 2008 Pazar

-İSLAMCI


Bazı konuları dile tercüme ediş şeklimiz, ya da nasıl adlandırdığımız hayati düzeyde önem taşır. Buna rağmen, zamanla ya yorulur ya bıkarız ve yaydığı imajın kullanışsızlığından bahisle kavramı ifade eden kelimeyi terk eder, hatta ayıp saymaya başlarız.
Bu terk edişle son derece politik bir tercih yapmış oluruz. 'İslamcı' kavramının tu-kaka edilmesinden sonra bir kelime olarak da hayatımızdan çıkmaya başlaması gibi.

İslamcı kelimesinin sokaktaki insan nezdinde değersizleştirilmesi, İslam kavramının kutsallığı, onun simitçi, kahveci, gazozcu der gibi, bir satıcıyı ima eder gibi, -ci -cı eki alamayacağı mazeretiyle vuku bulmuştu. Atatürk-çü, Hegel-ci, Platon-cu, eşitlik-çi, tarih-çi Hukuk Okulu gibi kelimelerdeki eklerin, kelimelerin ait olduğu kavramları, şeyleri küçük düşürmediği ve rencide de etmediği bir vakıaydı oysa. Adam olana 'ben Müslüman'ım' demek yeter denilmekteydi. Teolojik tartışmalarda ve felsefi bağlamda hemen hiçbir şeye gereksinim duymayabilecek kadar kesif bir manaya tekabül eden 'Müslüman' kelimesi, çok geniş ve çok çeşitli eğilimler, anlayışlar üzere yaşayan bir kitleyi, bir toplumu siyasi ve kültürel açıdan çözümlemeye ve anlamaya çalışırken yetersizdi. Her Müslüman İslamcı değildi ve her İslamcı dindar değildi sözgelimi. Dahası bu dinin en temel hükümleriyle çatışma içinde olanlar bile 'Elhamdülillah biz de Müslüman'ız' diye başlamaktaydılar söze.

İslamcılık modernizmin ideolojisine, mevcut modern siyasi ve sosyal yapılara, İslam'ın referanslarıyla bakmanın, eleştirmenin, bunlara alternatif modeller üretmenin/önermenin adıydı. İslamcı, iyi bir dindar, aynı zamanda bir muhafazakâr nitelikleri haiz biri olabildiği gibi olmayabilirdi de. Müslüman kelimesinin baskın unsuru kelime-i şehadet getirmiş ve İslam'dan neyi anlamışsa, ne kadarını öğrenmişse o hal üzere yaşamaya koyulmuş olan herkesi, dindar kelimesinin baskın unsuru ibadetlerine dikkat eden, Müslümanlığın gereği olan iman etme ve Allah'a teslim olma edimlerinin içini doldurmaya çalışan herkesi, muhafazakâr kelimesinin baskın unsuru dinin ziyadesiyle geleneksel örüntülerini korumaya çalışan herkesi, 'İslamcı' kelimesinin baskın unsuru ise İslam'ın sömürgeciliğe, kapitalizme, eşitsizliğe itiraz eden bir beşeri sistem getirdiğini söyleyen, bir siyasi politik sistemin İslam'ın beşeri özüne tekabül etmesi için neleri kavraması gerektiği üzerine kafa yoran adamı ima ederdi. İslamcı, dinin toplumbilim ve siyaset bilimle olan kesişme ve ayrışma noktalarında düşünmeye dönük bir gayretin öznesi idi. İlk üç adlandırma halen hayatiyetini korurken İslam-cı'ya, -bu adamı niteleyen, onu motive eden unsurlara- ihtiyaç kalktı mı ki, adamı ifade eden kelime listeden silindi?

Hayır, ihtiyaç halihazırda resmi çizilecek kadar net. Tam da bu nedenle küresel sermaye artı devletlerden oluşan çokuluslu topluluk, bu ihtiyacın ağzına bir parmak bal çalıp itirazı uysallaştırmak, piyasa ekonomisinin yarattığı eşitsizlikleri mesele etmeyecek bir modele, 'ılımlı İslam' adını verdikleri bir projeye fit oluyor. Siyasal İslam'ın sonu vs. gibi tezlerle, 11 Eylül faciasından elde ettiği fırsatlarla marjinalize ettiği 'İslamcılık'ın üzerini çizip, yerine 'ılımlı İslam'ı dolaşıma sokuyor. İslam-cılık, İslam ile nitelenen bir düşünce tarzını ifade eder iken, ılımlı İslam, 'ılımlı' sıfatı ile 'İslam'ı niteleme girişimidir; aradaki farkın vahametini dilbilgisi üzerinden giderek dahi kavrayabiliriz.

Birileri 'ılımlı İslam' dedi diye, İslam bu nitelemeyi alır mı peki? Almaz. İslam, ne olduğu ve ne olmadığı gayet açık, kendisi hakkında bilgi veren bir kelime olması itibarıyla başına sıfat getirilemeyecek bir 'dolu gösteren'dir. Sert bir Müslüman, yumuşak huylu bir Müslüman, yoksul bir Müslüman, zengin bir Müslüman, inatçı bir Müslüman, dindar bir Müslüman ve hatta günahkâr bir Müslüman olur; ama günahkar İslam nasıl olamaz ise, dindar İslam kulağa ne kadar abuk geliyor ise, sert İslam, yoğuşmalı İslam, ılımlı İslam da olabilemez. 'İslamcı'yı değersizleştirmek için geliştirilmiş bir ataktır.

nihal bengisu karaca

21 Ağustos 2008 Perşembe

17 Ağustos 2008 Pazar

-ZAMANA ADANMIŞ SÖZLER



Senin kalbinden sürgün oldum ilkin
Bütün sürgünlüklerim bir bakıma bu sürgünün bir süregi
Bütün törenlerin şölenlerin ayinlerin yortuların dışında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasamda
Uzatma dünya sürgünümü benim
Güneşi bahardan koparıp
Aşkın bu en onulmazından koparıp
Bir tuz bulutu gibi savuran yüregime
Ah uzatma dünya sürgünümü benim
Nice yoruldugum ayakkabılarımdan degil ayaklarımdan belli
Lambalar egri aynalar akrep melegi
Zaman çarpılmış atın son hayali
Ev miras degil mirasın hayalati
Ey gönlümün dogurdugu büyüttügü emzirdigi
Kuş tüyünden ve kuş sütünden
Geceler ve gündüzlerde insanlıga anıt gibi yükselttigi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Bütün şiirlerde söyledigim sensin
Suna dedimse sen Leyla dedimse sensin
Seni saklamak için görüntülerinden faydalandım Salome'nin Belkıs'ın
Boşunaydı saklamaya çalışmam öylesine aşikarsın bellisin
Kuşlar uçar senin gönlünü taklit için
Ellerinden devşirir bahar çiçeklerini
Deniz gözlerinden alır sonsuzlugun haberini
Ey gönüllerin en yumuşagı en derini
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Yıllar geçti sapan ölümsüz iz bıraktı toprakta
Yıldızlara uzanıp hep seni sordum gece yarılarında
Çatı katlarında bodrum katlarında
Gölgendi gecemi aydınlatan eşsiz lamba
Hep Kanlıca'da Emirgan'da Kandilli'nin kurşuni şafaklarında
Seninle söyleşip durdum bir ömrün baharında yazında
Şimdi onun birden bire gelen sonbaharında
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Ey çagdaş Kudüs (Meryem)
Ey sırrını gönlünde taşıyan Mısır (Züleyha)
Ey ipeklere yumuşaklık bagışlayan merhametin kalbi
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Dagların yıkılışını gördüm bir venüs bardagında
Köle gibi satıldım pazarlar pazarında
Güneşin sarardıgını gördüm Konstantin duvarında
Senin hayallerinle yandım düşlerin civarında
Gölgendi yansıyıp duran bengisu pınarında
Ölüm düşüncesinin beni sardıgı şu anda
Verilmemiş hesapların korkusuyla
Sana geldim ayaklarına kapanmaya geldim
Af dilemeye geldim affa layık olmasam da
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili
Uzatma dünya sürgünümü benim

Ülkendeki kuşlardan ne haber vardır
Mezarlardan bile yükselen bir bahar vardır
Aşk celladından ne çıkar mademki yar vardır
Yoktan da vardan da öte bir var vardır
Hep suç bende degil beni yakıp yıkan bir nazar vardır
O şarkıya özenip söylenecek mısralar vardır
Sakın kader deme kaderin üstünde bir kader vardır
Ne yapsalar boş göklerden gelen bir karar vardır
Gün batsa ne olur geceyi onaran bir mimar vardır
Yanmışsam külümden yapılan bir hisar vardır
Yenilgi yenilgi büyüyen bir zafer vardır
Sırların sırrına ermek için sende anahtar vardır
Gögsünde sürgününü geri çagıran bir damar vardır
Senden ümit kesmem kalbinde merhamet adlı bir çınar vardır
Sevgili
En sevgili
Ey sevgili...

Sezai Karakoç

16 Ağustos 2008 Cumartesi

-ali şeriati ve yalnızlık sözleri'ne dair


Sevgili Dr. Ali Şeriati,

Senin 1980?li yılların başlarında tanışmıştık. İran devriminin rüzgarı ile gelen tercüme furyası, önce senin kitaplarını getirmişti. Sonradan, devrimin gerçek ideoloğu olduğunu öğrendik. Ama İrandan gelen haberler, senin kitaplarının mollalar tarafından yasaklandığını, fikirlerinle karşı sistematik bir ambargo uygulandığını söylüyordu. Doğu felsefesinin deposu olan, hikmetin ve şiirin ülkesi İran, Şehinşah?lık rejimini yıkmış ama yerine Mollaşahlık düzeni kurmuştu. İslami devrim olmuştu ama Ali Şeriatı yasaklanmıştı. Şah rejimine karşı bir ömür kalemi ve yüreğiyle mücadele veren, onbinlerce genci ?Hüseyniye İrşad? denilen sivil okullarda bilinçlendiren, defalarca hapsedilen, sürgün edilen, aç, işsiz bırakılan, hasta çocuğunu dahi tedavi ettiremeyen, ama yine de yılmadan yorulmadan yazan, konuşan ve 1977 yılında sürgün gittiği Londra?da İngiliz istihbaratının yardımıyla İran ajanlarınca şehid edilen o büyük öğretmen, Sosyolog Doktor Ali Şeriati, ?İslam devrimi?nden sonra yasaklanmıştı. Neden acaba?



Biz ise , Ali Şeriati?yi yeni keşfetmiştik. 12 Eylül rejiminden demokrasiye geçiliyordu ve İran devriminin etkisini sınırlamak için sağcı-sünni bir İslamcılık pompalanıyordu buralarda. ?devlet mi korkuyordu, Amerika mı, İsrail mi, İngiltere mi, en çok hangisi korkmuştu bilemiyorum ama, devrimin ihracına karşı bulabildikleri tek silah, ruhsuz bir yeşil kuşak Müslümanlığıydı. Biz o zamanlar buna Amerikancı İslam diyorduk.



Ali Şeriati ismi, tıpkı İranın Şii mollaları gibi, bizim Sünnici mollaları da rahatsız etmişti. Tek bir cümlesini dahi okumadan, Ali Şeriati hakkında olmadık iftiralar atılıyordu. Şeriati şiiydi, gizli marksistti-ne demekse-, sapık fikirleri vardı, Allah, peygamber, Kur?an ve İslam hakkında itikat dışı yorumlar yapıyor, gençlerin kafasını karıştırıyordu, vb..İlginçti, İran?daki dinci molla rejimi ile Türkiye?deki laikçi molla rejimi, aynı kişiden korkuyor, aynı nedenlerle kaygılanıyor ve neredeyse aynı iftiralarla saldırıyordu. Acaba neden?



Biz her şeye rağmen okuyorduk Ali Şeriati?yi. ?İnsanın Dört Zindanı?, ?Biz ve İkbal?, ?Dua?, Medeniyet ve Modernizm?, ?Marksizm ve diğer Batı düşünceleri?, ?Kevir?, ?Ali şiası Safevi Şiası?, İslam-Bilim?, ?Ne yapmalı??, ?Öze Dönüş?, ?Dine karşı Din?, ?Fatıma Fatımadır?, ?Ebuzer?, ?Dinler Tarihi?? Beynimiz allak bullak oluyor, bütün bildiklerimiz yeniden biçimleniyordu. Şeriati, bir deprem etkisi yaratıyordu:



?Tarih, sınıf mücadelesi ve efendi köle kavgasıydı. Ezenler ve ezilenler, Habil-Kabil çatışmasıyla başlayan bir mücadelenin taraflarıydı. İnsan, beşer yanından gelen kötülükle, Allahın ruhundan gelen iyiliğin çatıştığı ve bu çatışmada İlahi yanın kazanması ile insanlaşabilecek bir türdü. varolan insan, olması gereken insan değildi. Dört zindan içinde yani, doğa, tarih, toplum ve insanın kendi zindanı içinde yaşıyorduk. Doğadan, tarihten, toplumdan, bilim ve akıl ile kurtulabilirdik. Ancak, kendi zindanımızdan, beşer yanımızdan, zaaflarımız, bencilliğimiz, ihtiras ve yıkıcı tutkularımızdan ancak ve sadece aşk ile kurtulabilirdik. Aşk, varlığın özüydü ve bütün peygamberler, çöl, çobanlık ve hicret ile, bu aşkı tazelemeye gelmişlerdi. Gerçek din buydu: İnsanı özgürleştirmek.. Ancak, zer (altın, mülkiyet), zor (iktidar ve güç) ve tezvir (sahte tanrılar ve sahte din)den oluşan beşer düzenleri, insanı köleleştirmiş, kullaştırmış ve özne olmaktan çıkartmıştı. İslam, İbrahim?in, Musa?nın, İsa?nın, Buddhanın, Zerdüşt?ün, Sokrat?ın, Mani?nin, aşk ve özgürlük mesajının en son halkasıydı ve özü buydu! Mevlana, ?Biz Kuranın özünü aldık, kabuğunu köpeklere attık? demişti. Ali Şeriati, işte bu özün peşindeydi ve İslam olarak bildiğimiz her şeyi yeniden öğrenmeye ve anlamlandırmaya çağırıyordu.



Marks?tan, Sartre?den, Alexis Carrell?den, L.Massignon?dan, Franz Fanon?dan, Mahavera?dan, Tagore?den, Pascal?dan bahsediyordu. Yunan mitolojisinden örnekler veriyor, Upanişadlar?dan, Vedalar?dan alıntılar yapıyordu. Konfiçyus?u, Lao Tse?yi, Eflatun?u, Aristo?yu, Descartes?i, Hegel?i anlatıyordu. Atman?ı, Samsarayı, Brahmanı, diyalektiği, monadı, aşkı, aklı, bilimi, felsefeyi, ahlakı, estetiği, sanatı arka arkaya sıralıyor, konuşuyor, konuşuyor, konuşuyordu.. Başımız dönüyor, yüreklerimiz kanat çırpıyor, aklımız zorlanıyordu.



Bizde olmayan, yada çok az bulunan bir tarzı vardı Şeriati?nin. Hz. Ali?den yola çıkıp, Promethe?ye, Fatıma?dan başlayıp Meryem?e, oradan Kybele?ye, İsa?dan Buddha?ya, Hindistan?dan Atina?ya, Paris?ten Afrika?ya, Mekke?den Meşhed?e, Çölden kente, devrimden aşka atlıyor, şiirden, müzikten, resimden, heykelden, sınıflardan, sömürüden, bahsediyordu. ?Aydın?, diyordu Şeriati, ?peygamberi bir misyonu vardır, dava ve eylem adamı olmak zorundadır. Toplumu bilinçlendirmeli, yol göstermeli, öncü olmalıdır.? Aydın, aykırı olmalıdır, yalnız ve yabancı, halkla iç içe ama halkın bir adım önünde..?



Ali Şeriati, niteliksel bir bilinç düzeyiydi. O düzeyde sağcılık, solculuk, İslamcılık, milliyetçilik anlamsızlaşıyor, insan, varoluş, tarih, adalet, özgürlük ve arayış evrensel bir anlam kazanıyordu. Bir Müslümana da, ateiste de, Hristiyana da, Budist?e de konuşuyor, ortak, evrensel ve insana ait bir dil kullanıyordu. Kurumsal dinleri, dogmalaşmış ideolojileri, bütün yerleşik kurumları ve kuralları sorguluyor, her şeye yukardan ve derinden bakmanın özgüvenini kazandırıyordu.



Sonuçta, İran?da ve Türkiye?de Ali Şeriati?nin bu kadar çok ve benzer düşmanının olması tesadüf değildi. Hepsinin ayakları altındaki halıyı çekiyor, hepsinin kullaştırdığı insan tipini özgürleştirip bilinçlendiriyordu. Ali Şeriati okuyanlarla okumayanlar arasında her zaman düzey, zeka ve bilinç farkı oldu. Şeriati okumayanlar, ?yeşil kuşak islamcılığına? kolay yem oldular. Çünkü, dertleri, davaları, düzeyleri, hep güdük kalmıştı. Geleneksel dini literatürle, alışıldık ezberlerle ve bir yığın tabuyla, ne dünyayı anlamak ne de anlamlı bir gelecek tasarlamak mümkün olmuyordu. Belki de bu nedenle, ?yeşil kuşak İslamcılığı?, yerel ve genel iktidarlardan, toplumsal servetten ve statü ve ün dağılımından istediği her payı fazlasıyla aldı ama, hiç bir zaman muktedir olamadı, olamazdı da..



Sevgili ?Doktor?,

Özel notların ve yayınlamadığın makalelerinden oluşan ?Yalnızlık Sözleri?nden, senin iç dünyana giriyor, daha yakında tanıyoruz. Meğer sen, seni okuyan ve sevenlerle aynı kumaştan, aynı dertten, aynı aşktan yaratılmışsın. Yazdıkların, konuştukların, başka aydınlar gibi bir rol ve misyon gereği değil, samimi, içten ve doğal patlamalardan ibaretmiş. İşte en çok bu yanını sevdim. Zira, biz şarklı insanlar, çoğu zaman yüceltmeleri severiz, insanlara kolayca erişilmez ve üstün nitelikler vehmeder, ün, şan ve statülere büyük önem veririz. Bu nedenle de aydınlarımızı, bilginlerimizi göklere çıkartır, sonrada en küçük bir insani hataları karşısında büyü bozumuna uğrayıp, bilgi ve düşünceye de küsecek tarzda dumurlar yaşarız. Aydınlarımızda maalesef bu vehmedilen konumlara uygun bir rolü oynamaya soyunur, kendileri olmayan bir kişiliğin sahte elbisesi ile dolaşmaya başlarlar. Bu oyun, bizim buralarda kişiliklerin fikir ve eylemlerin önüne geçmesini sağlar ve bir süre sonra neye inandığımızı unutup, kime bağlandığımızı konuşmaya başlarız.



Senin özü sözü bir kişiliğin ve hayatın, zaaflarını, şüphelerini, tereddütlerini itiraf eden samimiyetin, o saf ve doğal iç dünyan, beni gerçekten etkiledi. Bir an için, ülkemizde beş on tane Ali Şeriati ayarında aydın olduğunu düşledim.. Vazgeçtim, bir tane olduğunu hayal ettim. Ne bileyim, tek nedenle mutlak dönüşümlere inanmam ama bir tane Ali Şeriati çıkarmış olsaydı bu ülke, inan çok şey farklı olurdu diye düşündüm. En azından, son otuz kırk yıllık muazzam İslamcı enerjiden bambaşka ve daha ileri bir şeyler çıkardı. Milyonlarca insanın alınteri, emeği, gözyaşı, bileziği, küpesi, harçlığı, umudu, duası, yeşil kuşağa yem olmazdı belki, Avrupacılık, İsrailcilik, Amerikancılık, İngilizciliğe dümen kırmazdı. Ya da irtica öcüsüne malzeme yapılıp toplumun bir kesimini korkutmaz, batının fincancı katırlarını ürkütmezdi. Dini bir köylü ideolojisi ve sistemden pay talep eden yeni sınıfların malzemesi yapmaz ve tüm topluma ve insanlığa hayatın her alanında ileri ve kaliteli yaşam felsefesi ve etiği sunacak bir birikime dönüşürdü.. Daha modern, daha doğal bir Müslümanlık ve daha demokratik bir ülke için mücadele eden bir çok akım ve siyasetin anası olurdu İslamcılık. Hatta, sol ve milliyetçi çevreler dahi, bu düzey ve nitelikten beslenir, emek ve eşitlik kavgası ile vatan ve bağımsızlık kavgası, bir biriyle çatışan değil, bir birini bütünleyen ve geliştiren tatlı bir rekabetin konusu olabilirdi.İnsanlar, etnik yada mezhebi kimlikleri üzerinden konuşmaktan utanır, bu ilkel dil yerine, insanın dilini, hayatın ve özgürlüğün ortak dilini üreten bir konuşma üslubu kazanabilirdi. Keşke, bir Ali Şeriati?miz olsaydı. Bu zihinsel devrim ve seviyeyi ateşleyecek çapta... Keşke..



Sonra bu düşümden uyandım. İyi ki olmamış dedim, sevgili doktor. İyi ki senin gibiler henüz çıkmamış. Eğer çıksaydı, biz de boğmaya çalışır, olmadık iftiralarla sürgün ederdik. Senin kadar kitleleri, özellikle gençliği etkileyen bir yazarımız olsaydı, devlet de boş durmaz, ?bu memlekete Ali Şeriati lazımsa, onu da ben yaparım? der ve illaki zindanlarda çürütürdü. Ya da ?arkasında acaba kim var?? der ve mutlaka bir yabancı parmağı bulurdu. Alimlerimiz tekfir eder, aydınlarımız kıskanır, örgütlerimiz, cemaatlerimiz önce yanlarına çekip şişinmek ister, olmayınca düşman kesilip karalamaya başlardı. Kitaplarına, fikirlerine bu kadar düşman olanlar, eğer burada yaşasaydın sana neler yapmazdı..



Ali Şeraiti, Franz Fanon, J.P. Sartre, K. Marks, Hegel, Cemil Meriç, Nurettin Topçu, M.Akif Ersoy, Necip Fazıl, Nazım Hikmet, Sezai Karakoç, Cemal Süreya..Bu çapta aydınların çıkabildiği toplumlar, tabii ki bir üst düzeyi gösterir. Ama bundan daha önemlisi, bu çapta aydınları korumak ve yaşatabilmektir. Biz henüz bu aşamaya gelemedik. Henüz bilgi, felsefe ve sanata dönük kuşkularımızı atamadık. Belki de, toplumsal bilinçaltımız, henüz güvenlik ve beslenme ihtiyacını doyurup, uygarlık yaratma eylemine geçemedi. Bu nedenle, her farklı sese önce, elimizden ne almaya çalışıyor, diye bakıyoruz, sonra eğer bundan eminsek, peki karın doyuruyor mu? diye yaklaşıyoruz. Nihayet, elimizden bir şey almayan, ezberlerimizi bozmayan, kafa konforlarımızı rahatsız etmeyen, sahte kamplaşmalarda bir mevki kapmış, sonrada bundan ekmek yemeye başlayan bir sürü aydınımız oluyor. Ali Şeriati?ler de tabii ki, bizim toplumlarımıza birkaç gömlek fazla geliyor.



Sevgili Doktor, sonuçta seni sadece biz okuduk ve sen sadece bizimle konuştun. Biz, Allah?tan başka sahibi olmayanlarız. Kimseye eyvallah etmeyen, kimseye biat etmeyen, bütün dogmalara, tabulara saldıran, kimsenin bir yerlere oturtamadığı bir garip kuşağız. Bizi sadece bizden olanlar anlar. Bizim konuşmalarımız da yalnızlık senfonisidir. Sessizdir, derindir, manalıdır. Biz, gözlerimizden tanırız birbirimizi, göz bebeklerimizdeki hüzünden, yorgunluktan tanışırız. Bir demli çayın buğusudur şifremiz, yada bir sigara dumanının kavisi. Nedensiz dalıp gitmelerdir muhabbetimizin en koyu anları.. İç çekişlerimizle kurarız en uzun cümleleri.. Ne mutluluğun resmini yapabilen bir ressam, ne hayatı kendimize yontabilen bir heykeltıraş değiliz. Alış verişi bilmeyiz, tek ticaretimiz, gençliğimizi verip belirsiz bir geleceği satın almışlığımızdır. Geleceğin, yaşadıklarımızın tekrarı olacağının da farkındayızdır. Zira, her şeyi yaşamış, kavgayı, sevdayı, öfkeyi tatmışızdır. Bize, ?ölüm gelir, çitlembikler, sarmaşıklarla?, çünkü ne yaşamdan ne ölümden bir beklentimiz kalmamıştır. Yolumuz, hedefimizdir ve yürürüz sadece, öyle mahsun ve öyle onurlu. Kardelen, bizim çiçeğimizdir, kartal, bizim kuşumuz. Her akıntıya karşı durur, her şeye yukardan bakarız. Özgürlüktür önce ve sadece, imanımızın özü. En çok yılandan korkarız, fırsatçı ve hainden..Çöl ve denizdir, tabiatımız. İki sonsuzluk arasında yaşamaya çalışırız. Ne saray takarız ne malikane.. Ne devlet sever bizi ne de ?kiliseler?. Bir bitimsiz yalnızlıktır yolumuz, bir sonsuz özgürlüktür menzili.. Hem vatan deriz, hem özgürlük, hem akıl deriz, hem aşk. Hem halk deriz hem yalnızlık..Hem doğudur ülkemiz, hem batı.. Hem Muhammed?dir önderimiz, hem İsa, Hem Spartaküstür yüreğimiz, hem Ali... Hem Che Guevara?dır kahramanımız, hem Malcolm X, hem İzzetbegoviç?tir, hem Dudayev? Biz bütün şiirlerden tek bir şiir, bütün bestelerden tek bir senfoni yapar, hayatı tek bir film karesine sığdırırız. Ne Amerika anlar bizi, ne Patagonya.



Biz sadece birbirimize tutunur, birlikte yanarız. Ateşimiz suyumuzu yakar, nefesimiz ateşi.



Seni daima okuyacağız doktor, daima okutacağız. Seni, biz tanıttık bu toprağın yüreğine, biz dalgalandıracağız o put kıran sancağını. Çocuklarımız, ?Üstad Ali Şeriati?, diyecek, Ali Şeriati okudum da adam oldum diyecek. Ve seni okumayan ve okutmayanlar, o cehaletin, bağnazlığın, zeka özürlü esnafları, düştükleri çukurun derinliğiyle övünenler, onlar bir gün çocuklarının ellerindeki Ali Şeriati kitaplarını görünce yıkılacaklar. Ali Şeraiti, onların azraili olacak..



Sevgili Doktor, kalem tutan ellerinden öper, şehid kanından süzülen bereket için sana sonsuz teşekkür ederiz. Hüda?nın rahmeti üzerinden eksik olmasın. Hoşça kalın.

ahmet özcan

-ŞU VEDA GİRİZGAHI AŞSIN ARTIK


orada yatana...




yüksek yapılar
ağır silahlar öldürmek için
ayışığı karanlık
güneş yakmak için
enne baba ve ölüm
çocuk büyümek için
herşey son herşey başlangıç
şu veda girizgahı aşsın artık



şimdi güllerin en kırmızısı
hayal maviye düşsün
yeşil umuda ve hazana kalsın sarı
şu veda girizgahı aşsın artık


ağlama karacaahmet
ağlama
akşamları masmavidir gök burada
sen topraktan gövdenle
kalabalık ve ıssız olsanda
yalnız değilsin
o cevher yatarken bağrında
ağlama karacaahmet
ağlama


şimdi güllerin en kırmızısı
hayal maviye düşsün
yeşil umuda hazana kalsın sarı
şu veda girizgahı aşsın artık


yüksek yapılar
ağır silahlar şimdi hiç
güneşi batanlar
güneşten çok yanmış
anne baba çocuk ölmüş
heşey son herşey başlangıç
şu veda girizgahı aşsın artık


ağlama karacaahmet
ağlama
gümüşnitrat kokuyorsa yaşam
yalnız sende yeşerir kan
sıralı taşların boyunca
yükselen hüzzam
ben deneni sana sarkıcam
ağlama karacahmet
ağlama

Ayfer Feriha Nujen
(lavaraci.com)

15 Ağustos 2008 Cuma

-ali şeriati üzerine notlar!



"Sevgili Doktor, sonuçta seni sadece biz okuduk ve sen sadece bizimle konuştun. Biz, Allah’tan başka sahibi olmayanlarız. Kimseye eyvallah etmeyen, kimseye biat etmeyen, bütün dogmalara, tabulara saldıran, kimsenin bir yerlere oturtamadığı bir garip kuşağız. Bizi sadece bizden olanlar anlar. Bizim konuşmalarımız da yalnızlık senfonisidir. Sessizdir, derindir, manalıdır. Biz, gözlerimizden tanırız birbirimizi, göz bebeklerimizdeki hüzünden, yorgunluktan tanışırız. Bir demli çayın buğusudur şifremiz, yada bir sigara dumanının kavisi. Nedensiz dalıp gitmelerdir muhabbetimizin en koyu anları.. İç çekişlerimizle kurarız en uzun cümleleri.. Ne mutluluğun resmini yapabilen bir ressam, ne hayatı kendimize yontabilen bir heykeltıraş değiliz. Alış verişi bilmeyiz, tek ticaretimiz, gençliğimizi verip belirsiz bir geleceği satın almışlığımızdır. Geleceğin, yaşadıklarımızın tekrarı olacağının da farkındayızdır. Zira, her şeyi yaşamış, kavgayı, sevdayı, öfkeyi tatmışızdır. Bize, ‘ölüm gelir, çitlembikler, sarmaşıklarla’, çünkü ne yaşamdan ne ölümden bir beklentimiz kalmamıştır. Yolumuz, hedefimizdir ve yürürüz sadece, öyle mahsun ve öyle onurlu. Kardelen, bizim çiçeğimizdir, kartal, bizim kuşumuz. Her akıntıya karşı durur, her şeye yukardan bakarız. Özgürlüktür önce ve sadece, imanımızın özü. En çok yılandan korkarız, fırsatçı ve hainden..Çöl ve denizdir, tabiatımız. İki sonsuzluk arasında yaşamaya çalışırız. Ne saray takarız ne malikane.. Ne devlet sever bizi ne de ‘kiliseler’. Bir bitimsiz yalnızlıktır yolumuz, bir sonsuz özgürlüktür menzili.. Hem vatan deriz, hem özgürlük, hem akıl deriz, hem aşk. Hem halk deriz hem yalnızlık..Hem doğudur ülkemiz, hem batı.. Hem Muhammed’dir önderimiz, hem İsa, Hem Spartaküstür yüreğimiz, hem Ali... Hem Che Guevara’dır kahramanımız, hem Malcolm X, hem İzzetbegoviç’tir, hem Dudayev… Biz bütün şiirlerden tek bir şiir, bütün bestelerden tek bir senfoni yapar, hayatı tek bir film karesine sığdırırız. Ne Amerika anlar bizi, ne Patagonya.
Biz sadece birbirimize tutunur, birlikte yanarız. Ateşimiz suyumuzu yakar, nefesimiz ateşi."
Ahmet ÖZCAN
(yalnızlık sözleri)



Ne okursunuz diye sormaktır asıl kastımız. Ne okursunuz? Bu sorudaki Ne'liğin hangi anlamının kullanılacağı okurun takdirine bırakılmıştır. Takdir okurundur. Çünkü okur bilir…Çünkü okur…
İlk okuma notumuzu İranlı sosyolog Ali Şeriati üzerine koyacağız. "İnsanın Dört Zindanı"… İnsan dört duvar örmüştür kendine. Algısaldır ve tüm algılarının çerçeveleyicisidir. Bireyin seçme özgürlüklerinin sınırlanmasından bahsediyor. Ki seçme özgürlüğü bırakın demokratik haklardan dem vurmayı bir yana varoluş psikologlarının kalemlerini süsleyen nakış oluvermişlerdir. Şeraiti, dar bir çerçeveden geniş bir açıya sahipmişçesine bakabilme zannıyla yaşayan 21.yy insanın portresi çiziliyor. Uzak ve yalın bir portredir bu. Ve malumdur ki ömrü kısadır yazarın. Söyleyeceklerini eveleyip gevelemeye vakti yoktur. Bilgi ve felsefe bir sağanağa tutulmuşçasına dökülmektedir kaleminden. Okur alışılanın aksine uzun cümleler arasında değil kısa cümlelerin ağırlığında tekrar başa dönüp kelimelerin cesaretine ve haddine selam vermektedir. Özgürleşemeyen birey sorunu. Özgürlüğün kimin sınırında olduğu karmaşası. Sonnot; Kendine kurduğun tuzak; görmeyen bir kölenin daha iyi hizmet edebilmesi için sahibi tarafından göz ucuna yerleştirilmiş gözlüğe can kurtaran muamelesi yapmasıdır.
İkinci not; "Dine Karşı Din" bağırıp çağırılmıştır çok zaman. Din ulusların afyonu diye. Doğru diyor Şeriati şaşırtarak, evet afyondur diyor ve ekliyor 17 yüzyıl filozofları gibi Din, insanların bilimsel sebepler karşısındaki bilgisizliklerin ürünüdür, hatta din halkın boş kuruntularının ürünüdür. Ve soruyor yazar bu din, hangi din dir? Din den kast edilen nedir? Dinzsizlik var mıdır? Yoksa tarih boyunca karşı karşıya gelen din ile din midir? İlk bakıita oldukça garip anlamının anlaşılması üzerinde çokça düşünülmesi gereken karmaşık kavramları sarahate kavuşturuyor yazar. Kafası karışıklar ve kendinden eminler için güzel bir okuma denemesi olacak.
Üçüncü not; "Sanat". Sanat nedir gibi üçüncü sınıf bayat bir tartışmanın ortasına düşmek istemeyenler için; Var olmayan, var olması gerekenin arayışının ince ince dokunduğu kitabın yerini koltuk altlarında ayırın. Lakin; sizi şu cümle ile manipüle edeceğim; "bilgi; insanın varolan hakkında bilgilenme çabasıdır, teknik; var olandan mümkün mertebe faydalanmak çabasının aracıdır, oysa sanat; insanın olmayandan yararlanmak için çabasından ibarettir…"
Meraklısına not; okuma notları sadece iyi kitaplar için düşülmez. Kötü kitaplar için düşülmüş notları bu sütunun yazarının rüyalarını süslemektedir.

cem gençoğlu
(fotoğraf:cevher25)

14 Ağustos 2008 Perşembe

-anne babaların korkulu rüyası çocuklara yönelik taciz/adem güneş


Çocuklara Yönelik Taciz
Ana Babaların Korkulu Rüyası Çocuklara Yönelik Taciz
Adem Güneş
Sistem Yayıncılık

Gün geçmiyor ki, medyada çocuklara yönelik bir taciz haberi yayınlanmasın. Nefret, öfke ve endişe ile takip ettiğimiz bu haberlerin neden sonu gelmiyor? Kendi çocuklarımız da bu tehditle baş başa ise bunu nasıl anlayacağız? Konuşulması bile tüyler ürperten böylesi bir gerçeğe karşı gözlerimizi kapalı mı tutalım, yoksa bu risk karşısında bilinçli bir anababa mı olalım?

Bu kitap, çocuklara yönelik tacizler konusunda bilinmeyen birçok noktayı gözler önüne seriyor. Anababaların korkulu rüyası haline dönüşen tacizlere karşı bir bilinçlenme sunuyor. Taciz edilme riskine karşı çocuklar (korku ve endişeye düşürülmeden) nasıl eğitilmelidir.

Taciz tehdidi altında bulunan bir çocuk, bu tehdidi kolaylıkla etrafı ile paylaşabilir mi? Böylesi durumlarda çocuğun davranışları nasıl değişir? Anababa bunu nasıl anlar? Çocuk tacizcileri nasıl tanınır? Tacizcilerin ortak yanları nelerdir? Çok uzaklarda aradığınız bu kişiler kendi semtinizde de olabilir mi? Çocuklarına karşı hassas duran bütün Anababaların başucu kitabı özelliğindeki bu eser, sadece okunmakla kalınmamalı, hassasiyet taşıyan herkese tavsiye edilmeli, okullarda, yurtlarda, hastanelerde ve çocukların olduğu her yerde mutlaka bulundurulmalıdır. El ele bilinçli bir toplum oluşturulmadıkça "taciz hastalığı"nın sokak sokak her evi tehdit etmeye devam edeceği unutulmamalıdır.

11 Ağustos 2008 Pazartesi

-YILIN FOTOĞRAFLARI













anın, günün, haftanın, ayın, mevsimin, yılın ve hatta yüzyılın fotoğrafları.

-filistinli sevgili


gözlerin bir diken
yüreğe saplanmış,
çıldırasıya sevilen,
işkencesine dayanılamayan.
gözlerin bir diken,
rüzgârdan koruduğum,
ötesinde acıların, gecelerin,
derinlere sapladığım.
kandiller yanar ışığınla,
geceler dönüşür sabaha.
bense unuturum birden,
- göz rastlar rastlamaz göze-,
yaşadığımız bir vakitler
kapının ardında
yanyana.

*
şakırdın sanki konuşurken.
isterdim konuşmak ben de.
dudaklarda hayır mı kalmıştı ki,
o bahar gibi dudaklarda!

sözlerin
güvercin gibi
yuvamdan
uçtu gitti.
kapımız,
sonbahar kadar sarı
basamakları ardından
fırladı gitti
canının çektiği yere.
aynalar oldu paramparça,
yığıldı içimize
acı üstüne acı.
topladık sesin küllerini
getirdik bir araya.
böylece söyler olduk
acılı türküsünü yurdumuzun.
hep birlikte sazın bağrına
ektik bu türküyü,
evlerin damlarına taş fırlatır gibi
fırlattık attık bu türküyü,
alın, dedik,
sancıdan kıvranan kalplere.
oysa her şeyi unuttum ben şimdi.
ya sen, ya sen, sevgili,
sesini kimselerin bilmediği!
belki de gidişindir senin
ya da susmandır
sazı paslandıran.

*
dün seni limanda gördüm,
yapayalnız, yolluksuz yolcu.
bir yetim gibi sana doğru koşuyordum,
arıyordum sanki yaşlı anamı.

nasıl, nasıl, yemyeşil bir portakal ağacı
kapanır bir hücreye ya da bir limana,
nasıl saklanır gurbet elde
ve yemyeşil kalır?
yazıyorum not defterime:
limanda durakaldım...
en dondurucu kış kadar soğuk gözler gibiydi dünya,
doluydu portakal kabuklarıyla ellerimiz.
ve hep çöl, ve hep çöl, ve hep çöldü ardım.

*
seni yalçın dağlarda gördüm,
kuzularınla, kovalanan çoban kızı.
sen benim bahçemdin,yıkıntılar ortasında.
bendim o yabancı, bendim kapını vuran.
ey gönül! ey gönül!
kapı kalbimin üzerinde yükseliyordu,
pencere, taşlar ve çimento
kalbimin üzerinde.

*
seni su testilerinde gördüm,
buğday başaklarında,
yıkık dökük, parça parça, unufak.
hizmet ederken gördüm gece kulüplerinde,
sancıların şimşeklerinde gördüm ve yaralarda.
bağrımdan koparılmış ciğer parçası sensin.
dudaklarıma ses olacak yel sen.
ateş ve akarsu sensin.
gördüm seni bir mağaranın ağzında
yetimlerinin çamaşırlarını iplere asarken.

gördüm sokaklarda seni ve ateş ocaklarında,
kaynayan kanında güneşin.
ve ahırlarda...
ve bütün tuzlarında denizin.
ve kumlarda...
toprak gibi güzel,
yasemin gibi,
ve çocuklar gibi.

*
ve ant içerim ki,
bir mendil işleyeceğim yarına kadar,
gözlerine sunduğum şiirlerle süslü
ve bir tümceyle, baldan ve öpücüklerden tatlı:
"bir filistin vardı,
bir filistin gene var!"

*
gözleriyle filistin,
kollardaki, göğüslerdeki dövmelerle filistin,
adıyla sanıyla filistin.
düşlerin filistin'i ve acıların,
ayakların, bedenlerin ve mendillerin filistin'i,
sözcüklerin ve sessizliğin filistin'i
ve çığlıkların.
ölümün ve doğumun filistin'i,
taşıdım seni eski defterlerimde
şiirlerimin ateşi gibi.
kumanya gibi taşıdım seni gezilerimde.
koyaklarda çağırdım seni bağıra bağıra,
inlettim senin adına koyakları:

sakının hey
kayaları döve döve şarkımı koparan şimşekten!
benim gençliğin yüreği!
benim beyaz kanatlı atlı!
benim yıkan putları!
kartalları tepeleyen şiirleri benim eken
tüm sınırlarına suriye'nin!
zalim düşmana bağırdım, ey filistin, senin adına:
"ölürsem, ey böcekler, vücudumu didik didik edin!"
karınca yumurtasından kartal çıkmaz hiçbir vakit,
yalnız yılan çıkar zehirli yılanlardan!
ben barbarların atlarını iyi bilirim.
bir ben dururum onların karşısında,
bir ben,
gençliğin yüreğiyim her daim,
yüreğiyim beyaz kanatlı atlıların.

mahmud derviş

-ŞARK KEDİSİ


Bir Bedevi bir kedi avlamıştı ama avladığı hayvanın ne olduğunu bilmiyordu. Av dönüşünde bir adama rastladı; bu adam Bedevi'ye dedi ki: "Bu nasıl bir sinnaur?" Derken az sonra bir başkasına rastladı ki o da avlanmış hayvanı işaretle şöyle sordu:
"Bu nasıl bir hin?" Derken başka birine rastladı; bu şöyle sordu: "Bu nasıl bir gitfi?" Ve sonra başka birisine rastladı; bu seferki şöyle sordu: "Bu nasıl bir daywan?" Bir sonraki ona şöyle sordu: "Bu nasıl bir chaydäl?" Bir başkası: "Bu nasıl bir chaytap?" diye sual etti; sonuncu rastladığı ise dedi, "Bu nasıl bir dam?"

O zaman Bedevi kendi kendine şöyle düşündü: "Gidip bunu satmak istiyorum; belki Allah bana büyük bir kazanç nasip eder!" Pazara vardığında müşteriler kendisine sordular: "Bu avladığın hayvanın fiyatı ne kadar?" Dedi ki: "Yüz dirhem!" Dediler ki: "Olmaz, bu yarım dirhem eder!" Bunun üzerine Bedevi kediyi fırlatıp attı ve şöyle bağırdı: "Allah belasını versin; bu kadar isme bu kadar az para!"

-cam yanaklı çocuklar


Bir kediyi, bir de çocuğu hoplayıp zıplarken görmekten fena halde haz duyarım. Her ne kadar resim ve tasvirlerde sıcağa sığınmış uyuklayan kediler yer alsa da, ben hazzetmem uyuşuk kedilerden. Ve tabii çocuklar da...
Eskilerin, epey eskilerin ileride iş yapacak sağlam, girişken ve gözünü budaktan sakınmayan birey ararken, çocukların kafalarını sıfır numaraya vurup, kafadaki kırık sayısına göre seçim yaptıklarını duyduğumda yüzümde benzersiz bir mutluluk gülümsemesi belirmişti.

Yara demek deneyim demek değil miydi aslında? Ve her yara belki bir özgürleşme madalyasıydı.

Kediler özgür olmalı... Ve tabii çocuklar da...

Eski aristokrat evlerin mahzenlerinde saklanan kavanozlar vardır. Hani şu Hacı Abdullah türü lokantaların raf ve vitrinlerini süsleyen türden. Muhteşem bir şeffaflık ve içinde billur gibi bir sıvıda duran meyve ve sebzeler. Turşu yahut komposto olarak bekletilen bu cam kavanozlar nedense hep içimi burkar. Ve ne zaman yüzünü cama dayamış, sokağı seyreden bir çocuk görsem hep bu kavanozları hatırlarım. Bir çeşit mahpus hayatı gibi gelir bana o çocuğun yaşamı.

Çocukluğun turşusu kurulamıyor maalesef ve çocuktan kompostonun tadı pek hoş olmaz sanırım. Ezilir çocuk ruhu, camdan bölmelerin ardında, lakin ebeveyn onu tehlikelerden korumak için içeride tuttuğuna inanır. Koruma güdüsünün neden olduğu tutsaklık!

Bilumum tehlike işte; kötü arkadaş, kirli çevre, terleme, yorulma, sakatlanma vesaire... Ama atalarımız kafasındaki kırık sayısına göre belirlermiş çocukların geleceğini... Bu nedenle kafasında kırık izi olmaz yanağını cama dayamış çocukların. Gözlerinde ezik bir hüzün, yanakları cama dayalı bir şekilde buharlaştırana kadar camları bakarlar dışarı. Hayat oradadır; dışarıda; camın öte yanında... Durmaksızın akıp gider yollar, sokaklar, oyunları...

Kirli çocuklar görürler camdan yanaklı çocuklar... Terlemiş, düşüp dizini kanatmış, burnu akan... Anlamam çocuklarını camdan kafese hapseden anneleri; 'çimlere basmayınız' levhalarını koyan devletlûları anlamadığım gibi.

Ne münasebet çimlere basmamak! Çimler basılmak içindir, toprak üzerinde uzanmak!

Esasen beton yapılarla çimleri çevrelen zihinlere asmak lazım tüm uyarı levhalarını... Upuzun gökdelenlerle dilim dilim dilimlenmiş masmavi gökyüzünü, kuyunun içindeki kurbağa gibi hüzünle izleyen cam yanaklı çocuklar hep hüzünlendirir beni.

Bebekler henüz daha gözlerini bile açmadan el ve ağızlarıyla, yani dokunarak tanıyıp, zihinlerine tanımlarlarmış çevreyi. Minik bir bebeğin yakaladığı her şeyi ağzına götürmesi, onu yemek istemesinden değil, bu dokunarak tanıma sürecinin olağan reflekslerinden biriymiş.

Bu nedenle bir tek camı tanıyabiliyor cam yanaklı çocuklar. Yağmura dokunamıyor, çamura, çime, toprağa, arkadaşının dizine, topa ve daha bin çeşit şeye...

Oysa kediler dokunmalı ki, hayat denen o eşsiz mucizevi kaynağın neşesini hissetsin insanoğlu.

Ve çocuklar da...

Dokunmalı...

Ve çekmeli yanağını camlardan...

Kırıp camdan kafesin duvarlarını dışarıya çıkmalı mutlaka. Temas etmeli. Ve koşmalı hatta... Hoplayıp zıplamalı tıpkı kediler gibi. Düşmeli, kanamalı, canı yanmalı, iyileşmeli sonra, izler kalmalı küçük yaralanmalardan bacağında...Ve biz bu yaralara bakarak anlamalıyız hayatımızın anlamını.

İnsan yaşadığını ancak o zaman hissediyor zira!

Özgür olmalı çocuklar.

Ve tabii kediler de...

m. nedim hazar

10 Ağustos 2008 Pazar

-KONUŞAN FOTOĞRAF/LAR







**deli gözbebekleri/4


-taşa neden sertsin diye sorulmaz.

-uyuda ruyana turnalar gelsin.

-anlamazlar mı derdini, onlarda insan!!!

-mutlumuydum ki, sade nefes aldım.

-seni özlemenin deli bir karanfil kokusu var.

-mayın tarlalarından gelincik toplayarak/geliyorum sana.

-gülüşünün gönlümdeki rengi.

-yüreğimin en kullanılmamış köşelerini aradım bütün gece, ellerim kan içinde kaldı.

-hiç bir ninni uyutupta büyütmedi beni.

-hanidir değişti sanki göğün göğsüne yaslandığım rengi.

-herkesin kendini tanaıyamadığı zamanlarda vardır sevgili.

--kalbimin en bahar olan yerinden tut beni--

--kalbimin yokuşuna denk gelmeli bakışın--
-kitabın (tam) ortasından konuş benimle sevgilim...
-hayır hayır, kırgınlıklarımı içimde eritemem...
--yürüyüşünü düzelt/kambur--
--nakış donmuş bir hayalin resmidir. dön(e)mezsem beni nakşet...
-acının olgunlaştıran seherinde kirpilerime kar düştü sevgili...
-çok muhabbet tez ayrılık getirir.
-birbirini sevip yola çıkmak, yola çıkıp birbirini sevmek...
-uçmak neki, yerde leş arıyorsa gözler...
-bir gün dünyanın en çekilmez toplumu ünvanını alırsak, acaba bunula da övülmenin bir yolunu
bulurmuyuz...
-haftada bir cuma yetmez ki bana...
-bahçemin halinden baharımı kıyasla

-EVİMİZİ ARAYAN POSTACI

Her an kapımız çalınabilir. Postacı vazgeçmedi, evimizi arıyor. Beklerken Tefeül yapar gibi rastgele bir kitap çekiyorum raftan. Kapağına bakmadan sararmış sayfaları çevirmeye başlıyorum. Önce karşıma bir avcı çıkıyor. Sırtındaki tüfeğinden anlıyorum.
Ata binmiş, yanında köpeği satırların arasında bir yol arayarak gözden kayboluyor. Onu tekrar görebilmek için elimi alnıma siper yapıp gözlerimi kısıyorum. Eminim ki avcı nişan alırken böyle kısıyor gözlerini. Ateş! Bir keklik döne döne düşüyor gökten. Bir köpek soluyarak koşuyor çalılıklara doğru. Bir okur kirli sarı bir zeminde şu satırlarla karşılaşıyor: “Ata binmiş yanında köpeği bir avcıya benzer insan. Eğer atla köpeği iyi sever ve idare ederse üçü de mesut olur. Ama eğer at istediği yere giderse üçü de bedbaht olurlar. Zira at uzakta bir yeşillik veya su görür gibi olur. Oraya koşar. Ama gördüğü ne ottur ne de su…”

Her an kapımız çalınabilir. Postacı vazgeçmedi evimizi arıyor. Elim hâlâ alnımda. Ateş! Bir cümle döne döne iniyor gökten: “Beden ruhu olgunlaştırma yolunda bir araçtan ibaret olup saadeti arama yollarında bir binektir. İnsan ruhu hayvanlardaki ruhtan iki noktada ayrılır. Kavrayış ve iyiyle kötüyü ayırt etme. Hal ve hareketlerine göre üç çeşit varlıktan söz edebiliriz: Ehli hayvanlar, yırtıcı hayvanlar ve melekler. İnsan hal ve hareketlerine göre hayvanlar âlemine veya melekler âlemine ortak olur. Bu üçünden hangisiyle ortaklık yapacağına karar vermekte hürdür.” Bu sözler üzerine tetiğe tekrar basacak gücü kendimde bulamıyorum. “Ateş” düştüğü yeri yakıyor. Ortaklarım pençelerini çıkarıyorlar yuvalarından. İşte o an bu satırların sahibini tanımak için kapatıyorum kitabı. Kapakta Kınalızâde Ali Efendi yazıyor.
.
.

Her an kapımız çalınabilir. Postacı vazgeçmedi evimizi arıyor. Kınalızâde, “Nasıl yaşamalı?” sorusunu, “Erdem ve adaletle!”,”Erdem nedir?” sorusunu, “Zekâ, cesaret ve iffetin âhengi!” diyerek cevaplıyor. Sorular ve cevaplar iki yakada gitgide çoğalıyorlar. Sonunda bu iki kıta arasına bir köprü inşa etmek zorunda kalıyor Kınalızâde: “Ahlâk-ı Alâî”. Şam’da kadıyken kaleme alıp Suriye Beylerbeyi Ali Paşa’ya ithaf ettiği bu eserinde âile ve devlet ahlâkını iç içe ele alıyor. Eğitimden hiçbir zaman ümidini kesmeyen Ali Efendi, hiçbir karakterin fıtrî olmadığını ileri sürerek “Kurdu terbiye etmek boşunadır,” inanışını reddediyor. “Allah’ın yardımı ile ümidim odur ki, bu kitabım kalplerde öncekilerden daha çok kabul görecek, olgun­luk arayanlara yeni bir elbise giydirecektir,” diyerek çıktığı avda çantaları dolu olarak evine dönüyor. Terbiyenin ilk işinin çocuğu olumsuz etkilerden ve kötü ortamlardan korumak olduğunu vurgulayan Kınalızâde, “İnsan mümkünse kendisinden daha iyi varlıklar dünyaya getirmek için evlenmelidir. Evlenip de böyle yapmayan şeytanın kardeşidir!” diyor.

Her an kapımız çalınabilir. Postacı vazgeçmedi evimizi arıyor. Kınalızâde Ali Efendi, zamanın şair ve müzisyenlerinden Nihânî’yi henüz hasetçilerin iftirasıyla padişahı devirmekle suçlanıp idam edilmeden önce şu gazelle davet ediyor yemeğe: “Yanağının ışığı bu gece evimizi aydınlatsa, bu yıkık gönlümüzü coşkunun oduna yandırsa…/ Ey zahit! Saki kadehleri döne dolaşa doldurdukça, biz şarabı ve kadehi bırakmayız./ Ayrılık gecesinde sağ kalırsak şaşılmamalıdır, ecel postacısı karanlıkta evimizi bulamaz da ondan. Kimse duymasın, bu gece pencereden gel, yıkık kulübemizi ay gibi aydınlat. Ey Ali! Saçları zincir olanların suçları yoktur, çünkü biz deli gönlümüzü bir türlü tutamayız.”

a.ali ural

8 Ağustos 2008 Cuma

-ödüllü fotoğraf/lar





-GÜLÜMSEMEYE DEVAM ET, HAYAT BİZDEN YANA


GÜLÜMSEMEYE DEVAM ET

Yaşamak korkutmasın seni,
Çünkü sen okumayı en iyi bilensin,
Ve bir o kadar katlanmayı.
Hangi sövgü küstürebilir güneşi yeryüzüne
Hangi nefret aciz bırakır bir yıldızı.
Cesaret ve güç verir sahibine her umut.
Yorgu başını avucuna yaslsmış her usta
Yeni bir koşunun hayalindedir.

bunun için düşün!

Biraz da hüzündür besleyen sevinci
Ve öfke nedir bilmeyen tadamaz aşkı.
Gülümse kazanacak olan biziz
Çünkü biz en iyi KAYBEDENİZ!
Ölmeyi bilmeyen bilemez yaşamayı.
Bu yüzden gülümse bebeğim;
Çünkü bizden yanadır yeryüzü ve gökyüzü

HAYAT BİZDEN YANA......
(fotoğraf: marc riboud-şiir.gen.tr)

6 Ağustos 2008 Çarşamba

-o kızı sakın üniversiteye sokmayın!


İnanmayın ona. Söylediklerine, yaptıklarına, bakışlarına, gülümsemelerine, dalıp gitmelerine inanmayın.


Görmezden gelin o kızı. Sözlerini cevapsız bırakın. Sorularını, meraklarını cevapsız bırakın. Çaresizliğini yüzüne çarpıp, uluorta yalnız bırakın gerekirse.

Bağırıp çağırsın bazen ve siz yine de duymazdan gelin. O kızı sakın üniversiteye sokmayın. Çok istiyorsa gelsin kapının dibine. Yüzünü bir duvara dönsün. Etrafına şöyle bir baksın. Tanıdık yüzler yaklaştığında görmezden gelsin.

Bir an beklesin. Sonra yüzünü tekrar duvara dönsün. Şöyle bir durup düşünsün. Duvara dönsün yeniden.

Duvara elini uzatsın ve fakat duvar elini boş bıraksın. Duvar da başka tarafa çevirsin bakışlarını. Bir ayna açılsın duvarda. "Dünyanın en güzel kızı kim?" diye sorsun üniversite duvarına. Ayna cevap vermesin. Sırası mı şimdi masalın, geçelim bunları. Elini başına götürsün.

Duvar bir an elini uzatsın. Sonra vazgeçsin. Yine başka tarafa çevirsin bakışlarını. "Bir şey mi var?" diye sorsun duvara kızcağız. Duvar cevap vermesin.

Elini başına götürsün. "Keşke götürmese" diye içinden geçsin duvarın. Kız duvarın içinden ne geçtiğini asla bilmesin. Bu duvar ve bu kız her sabah karşılaştığı halde tek bir kelime konuşmasın. Duvarın içinden merhamet geçsin, yük trenleri geçsin, altıkırkbeş vapuru geçsin, şehrin telaşlı yüzleri geçsin, kızın kendi başınayken katıla katıla ağlamaları geçsin.

Çok istiyorsa o kapıdan geçmeyi. O üniversiteye adımını atmayı istiyorsa elini güçlü ve kararlı bir şekilde başına uzatsın. İlk zamanlarda zalim bir titreme gelir yapışır kollarına ama aldırmasın. Gözlerini kapatsın. Duvar da tam bu esnada gözlerini kapatır ya!

Eliyle başörtüsünü çekip alıversin başından. Alelacele çantasına tıkıştırsın başörtüsünü. Kafasını hiç yerden kaldırmadan. Duvara bile bakmadan, hızlı adımlarla içeriye girsin. Saçlarını düzeltmeden, uçurum gibi genişleyen kapı aralığından kocaman adımlar atarak yuvarlanmamak için, içeri atıversin kendini.

Kendisi içeri girerken, kırık kalbi, İnşirah suresi, ninesinin maşallahları, annesinin nazar duaları, babasının maaştan arttırıp aldığı hediyeleri, ilk elifbası, başörtü iğnesi dışarıda kalsın.

Böyle yaparak ve gerekirse kuş tedirginliğiyle atan kalbini çıkartıp duvarın üstünde bırakarak içeriye girsin. Avcının çıkardığı geyik kalbine hiçbir rektör inanmaz, kendi kalbini bıraksın.

Aksi halde o kızı sakın üniversiteye sokmayın. Huzurumuzu bozmasın, canımızı sıkmasın, havamızı dağıtmasın durduk yerde. Anlamaya çalışmayın boş yere. Oldu bittiye getirin bütün duygularını.

Kendinize benzemeyenleri, sizin sitede oturmayanları, sizin mağazadan alışveriş yapmayanları, Mançuryalıları, Vizigotları, Papalagileri, Tom Amca'nın kulübesindekileri de almayın inadına. Almayın hiçbirini.

Almayın ve anlasınlar böylece sizin cennetinize girebilmek için, sizinle aynı kanı taşımaları gerektiğini.


tarık tufan

-EĞER BİR GÜN YOLUNUZ BİR ÜNİVERSİTEYE DÜŞERSE...


Eğer bir gün yolunuz bir üniversiteye düşerse…

Beceriksiz adımlarla yürüyen bir kıza rastlarsanız. Sanki düşecekmiş gibi, sanki ayakları birbirine dolaşacakmış, bir yere takılacakmış gibi. Merdiven kollarını sıkı sıkı tutuyorsa. Aceleyle yürüyorsa mesela. Kalkacak son vapura, son trene yetişecekmiş gibi hızlı atıyorsa adımlarını. Yere, toprağı incitecekmiş gibi basıyorsa, yer çatlayacakmış gibi ürkek atıyorsa adımlarını. Şaşkınsa bir masaldan şehre düşmüş gibi.

Eğer bir gün yolunuz bir üniversiteye düşerse…

Utangaç bir kız yüzüyle karşılaşırsanız, başını yerden kaldırmıyorsa. Gözlerine hüzün düşmüşse. Karanlık değmişse bakışlarına. Gece gökyüzünü seyretmekten ay ışığının izi kalmışsa yüzünde. Gözlerinden yıldızlar dökülüyorsa mesela. Nereye baktığı anlaşılmıyorsa. Her şey gözlerinde kayboluyorsa. Kirpiklerine yakamozlar takılmışsa. Gözleri denize bakan bir balıkçının gözleri gibiyse.

Eğer bir gün yolunuz bir üniversiteye düşerse…

Genç gürültülerin arasında sessiz bir kıza rastlarsanız, kalabalığın ortasında bir sükut yürüyorsa. Tam konuşacakken dudakları titriyorsa, saklaması gereken bir sırrı taşıyormuş gibi. Bir ortaçağ bilgesinin susuşu gibiyse sessizliği. Henüz evrenin yaratılmadığı zamanlardan kalma bir sükutsa mesela. Bir Hint hikayesinin tanrısal suskunluğunu taşıyorsa.

Eğer bir gün yolunuz bir üniversiteye düşerse…

Saçlarını taramayı becerememiş bir kızla karşılaşırsanız. Konuşurken saçlarını savurmuyorsa. Sıkı sıkıya tokalarla yapıştırmışsa saçlarını. Uyumsuz kıyafetler varsa üzerinde. Yakıştırmamışsa giydiklerini. Güzelliğinden utanıyorsa mesela. Yaz sıcağında boğazlı bir kazak giymişse. Bir pardesü giyip yün bir başlık takmışsa kafasına. Ya da modası geçmiş bir şapka takıyorsa. Ellerini sürekli başına götürüyorsa, saçlarını tıkıştırıyorsa şapkasından içeri. Ürkekse, bir başınaysa…

Bilin ki o kız, başörtülü bir kızdır.

Bilin ki, bir kez daha kaybetmişizdir.

Kekeme Çocuklar Korosu

tarık tufan

-seni seviyorum/t.tufan


“Martılar ismini gelir fısıldar,
sahilde sessizlik seninle ağlar.
Her tarafta senden hatıra var,
baktığım, gördüğüm, duyduğum sensin.”
Müslüm Gürses

Seni seviyorum!

Okulun koridorlarında yürürken başını yerden kaldırmamanı seviyorum. Ürkek adımlarla dolaşmanı, her an başına bir kötülük gelecekmişçesine tedirginlikle yürüyüşlerini. Öğrenci eylemleri başladığında gözlerine biriken korkuyu. İki kızın dışında arkadaş edinememeni seviyorum.

Ablalarına olan saflık derecesindeki bağlılığını seviyorum. Kendi ayaklarının üzerinde kaldığında düşme korkunu. Erkeğinin sana sahip çıkması gerekliliğine ilişkin düşüncelerini. Derslerin bittiğinde kantine takılmayışını. Annenle babana, hayatın boyunca yalan söylemeye cesaret edemeyişini ya da aklına bile gelmemesini seviyorum.

Seni seviyorum!

Çantanda gezdirdiğin İslamî kitapların üzerini gazete kağıdıyla kaplamanı. Makyaj değmemiş yüzünün çocuksuluğunu. Notlarını koyduğun dosyayı göğsüne bastırıp taşımanı. Hızlı hızlı konuşmanı. Politikadan anlamayışını. Malayani sayıp, müzik dinlemeyişini seviyorum.

Yemekhanede, erkeklerle yan yana yemek yememek için uzun uzun oturacak müsait masa arayışını seviyorum. Bir nakışın başında saatlerce oturabilecek olmanı, misafirliğe gitmeden saatlerce önce tatlı bir heyecana kapılabilecek olmanı, babanın iş dönüşünde yemeğini getirebilecek olmanı seviyorum.

Çocuğunla saatlerce bıkmadan oturup konuşabilecek olmanı seviyorum ben.

Politik ve edebi toplantıların hiçbirinden haberdar olmayışını, evinin ve okulunun ve birkaç yakın tanıdığının oturduğu semtler dışında etrafı bilmemeni, arkadaşınla bazen alışverişe çıktığında yanından ayrılmamaya özen göstermeni, ani bir gürültüde kuş gibi irkilmeni seviyorum.

Memleketteki anneanneni telefonla aradığında yüzünde beliren sahici gülümsemeyi, sevinci, heyecanı seviyorum ve akrabalarına olan düşkünlüğünü.

Defterlerini özenle tutmanı ve dikkatli yazmanı, kırtasiye eşyalarını süslü ve renkli almanı seviyorum. Kalemini, defterini, kitaplarını asla getirmeyi unutmamanı, derslerine devamsızlık etmemeni, her söyleneni önemsemeni seviyorum.

Teknoloji ile bir türlü uyuşamayışını, ağaçlara, böceklere daha fazla ilgi duyuşunu seviyorum.

Erkek arkadaşlarından söz etmeye başlayan arkadaşlarının yanında, utanıp konuyu değiştirmeni, tavsiyelerde bulunmanı ve sonra içten içe ilgi duymanı seviyorum. Sonra da hemen yüzünün kızarmasını. Evet yüzünün çok çabuk kızarmasını seviyorum.

Sık sık başörtünü düzeltmeni.

Kimseye sözünü etmediğin hayallerini, her gece yatmadan tekrar tekrar aklımdan geçirmeni seviyorum. Senden umulmadık ölçüde hayallerini genişletebilmeni, annene ne düşündüğünü hissettirecek acemice sorular sormanı, yaşlı kadınları usanmadan dinleyebilmeni seviyorum.

Açıkçası seni sadece okulda gördüm ve hakkında hiçbir şey bilmiyorum. Tüm bunların olabileceği hissini uyandırdığın için seni seviyorum. Böyle birini sevmeye ihtiyacım olduğu için seni seviyorum. Böyle birini sevmeye ihtiyacım olduğu için seni seviyorum. Başbaşa kaldığımda Mona Rosa’yı bir kıza okuma ihtiyacım için sevdim seni.

Karşılaştığım ve konuşabildiğim anda okuyabileceğim daha çok şiir var aklımda ve artık konuşmalıyız. Çünkü şiirler ağırlık yapıyor zihnimde…

― Konuşmayı kabul ettiğin için sağol.
― Ne diyeceksiniz?
― Şeyy… biraz yalnız kalabilir miyiz? Arkadaşın biraz izin verirse?..
― Kusura bakmayın tek başınıza kalmamız caiz değil o da olsun?
― İyi de okulun içindeyiz tek başımıza değiliz zaten. Bir sürü insan var etrafta.
― Olsun yine de kalsın. Ondan bir şey saklamıyorum nasıl olsa.
― Peki… şey… çok güzelsin…
― Böyle şeyler söylemeyin lütfen!
― Aslında… seni… seni seviyorum ben.
― Ne diyorsunuz? Bunları duymak istemiyorum!
― Kötü bir şey söylemedim ki. Seni Seviyorum yani… evlenmek niyeti işte!
― Böyle olmaz bu işler. Birilerine iletirsiniz oturup öyle konuşulur. Benim de danışacağım insanlar olur.
― Kızım sen aptalsın! Sen var ya harbiden salaksın! Seni hayatında karşılaşabileceğin en gerçek ve kutsal eyleme, özne yapmaya çalışıyorum ve sen hala farkında değilsin. Neler kaçırıyorsun biliyor musun?
― Ne biçim konuşuyorsun?
― Evet öyle konuşuyorum. Sen salaksın kızım! Benim aşkıma özne olma şansını kaybettin. Sümsük bir herifle hayatını geçireceksin. Tüketeceksin kendini. Mutfaklarda sürüneceksin. Sana bir tek gece şiir okumayacak. Bunu sen istedin. Hak ediyorsun kızım. Senin gibiler hak ediyor bunu. Biraz cesur ol kızım, ben iyi bir insanım, senin gibiler için olabileceklerin en iyisiyim.
Kaybettin!
Cidden kaybettin. Acımıyorum sana bunu sen istedin. Git sümsük bir herif bul. Hatta ablaların bulsun sana.
― !!!
― Aşk diye bir şeyi ölsen de göremeyeceksin bundan sonra. Hadi eyvallah!

KEKEME ÇOCUKLAR KOROSU
Tarık TUFAN

-BÜYÜK ALLAH'IN BÜYÜK ESERİ; ANNE


sen, melek kanatlarında taşınan ilkbahar yağmurlarından daha çok ağladın benim için.


ve ben biliyorum

annemin duaları olmasa

yıkılır sırtımı verdiğim duvar

kapımı çalmaz bahar


anne... büyük Allah'ın büyük eseri anne...

-sokak çocuğu


çıkıp gezmeliyim ayaz gecelerde, haysiyet gömleğinden sıyrılmış şehri. insanlık dışı manzaraları seyrederek yeniden canlandırmalıyım insanlığımı.bir sokak çocuğunun kirli ellerinde yeniden yaşamalıyım insanlık onurunu.
sokak çocuğunun isyan yüklü bakışlarından dilenmeliyim af fermanımı.

5 Ağustos 2008 Salı

-DEMOKRATİK HAMLE!

Anayasa Mahkemesi'nin AK Parti'yle ilgili verdiği kararı doğru teşhis etmeli. Mahkemenin partiyi kapatmamış olması, siyaseti rahatlatmış değil, aksine "idari/bürokratik merkez"in görünmez iktidarını pekiştirmiş, AK Parti'yi "rehin" almasının önünü açmıştır.
Birçok yazarın ifade ettiği gibi, bu "bir vesayet rejimi"nden başka anlama gelmiyor. Bu sayede siyaset ağır bir vurgun yemiş oldu. Gerekçeli kararı bekleyip kararın hangi argümanlara dayandırıldığını göreceğiz. O ayrı fasl-ı diğerdir.
Siyasi olarak durum ortada: "İfade özgürlüğü" veya "kürsü dokunulmazlığı" çerçevesinde ele alınması gereken beyanlar, partinin "laiklik karşıtı söylemleri"ne delil gösterilmiştir. Bülent Arınç, Turgut Özal'ın cenazesinde asılı bir pankarta atıfta bulunarak "demokrat, sivil ve dindar cumhurbaşkanı" dediği için suç işlemiş sayılmıştır. Başbakan "başörtüsü velev ki siyasi simge olsun, simgeler yasaklanabilir mi?" dediği; başörtüsü gibi doğrudan İslam dinini ilgilendiren bir vecibenin hükmünü "alimlerden soralım" diye teklifte bulunduğu için suçlu sayılmıştır. Soralım:
1) Siyasetçiler -kabul görsün görmesin, doğru yanlış- bu tür fikirler beyan etmeyecekler de, ne yapacaklar! Hani ifade özgürlüğü vardı ve bu demokratik dünyanın en yüksek değeriydi? Hani siyasetçilerin "kürsü dokunulmazlığı" vardı? Hani siyasetçi görüş beyan etmeden siyaset yapamazdı?
2) Demokratik bir ülkede ifade özgürlüğünü kullananlar, bu açıklamalarda bulundular diye cezalandırılıyorsa, onları davalık yapan, mahkemelerde yargılayan politik sisteme ne denir? Tek kelime ile "totalitarizm"! Kâğıt üzerindeki yazılı hukuka, sureta ortalıkta bulunan kurumlara ve iktidar seçkinleri ile hayal dünyasında gezinenlerin aksi iddialarına rağmen, Türkiye'nin resmi politik kültürü; ruhu, mahiyeti ve ondaki içkin amaçları dolayısıyla totalitaristtir. Ve her geçen gün sistem biraz daha totalitarizme kaymaktadır. Herkes kendine sorsun: Ben bu totalitarizmi kabul edecek miyim?
3) "Dindar, başörtüsünün simge olması, ulema" terimlerinin ortak teması "din". Ve bu da kuşkusuz "İslam dini"dir. Allah aşkına, bu ülkede İslam dini yasak mı? Dinle ilgili her hüküm, imge ve çağrışım nasıl mutlak zarar, tehdit ve tehlike ilan ediliyor ki, ağzına alan cezayı yiyor? Bir ülkenin kamusu kendi halkının diniyle böylesine bir teyakkuz ve tarassut halinde olabilir mi?
4) Otoriter ve totaliter bir rejimin merkezi kavramı haline getirilen bu laiklik, yanlış ve tehlikeli bir biçimde felsefi bir inanç ve bir yaşama biçimi olarak İslam dini karşısına çıkartılıyor ve devlet tarafından topluma empoze edilmek isteniyor. Bunun özgürlükçü ve demokratik bir laiklikle uzaktan yakından ilgisi yok. Bu, laikliğe de en büyük zararı vermektedir.
AK Parti, hiç işlemediği suçlar, suç sayılmaması gereken söylemler dolayısıyla ceza almış, vurgun yemiştir. Gerçekte vurgun yiyen Türkiye siyasetidir. Siyaset, vurgunu AK Parti üzerinden yemiştir. Bu durumda AK Parti'nin önünde iki seçenek var: Ya bu vurgunu yiyip "bürokratik merkez"e teslim olacak veya temsiline kalkıştığı "toplumsal merkez"in hak ve hukukunu korumak için demokratik bir hamleye girişecek. Demokratik hamle, toplumsal bütün kesimlerin katılımıyla ve müzakereci siyaset yolunu takip ederek yeni ve sivil bir anayasanın önünü açmaktır.
Küresel ve ulusal bürokratik merkez "Olan oldu, gerçek gündeme, yani ekonomiye dön" demekle AK Parti'yi manipüle ediyor. Bu merkezin işaret ettiği ekonomi, bir avuç zenginin servetine servet katan borsa-faiz-dövizden ibaret mali piyasalardır. Reel ekonomide geniş halk yığınları iki büklüm oldu. Hayır, bu karardan sonra Türkiye'nin gerçek gündemi ekonomi değil, hatta Kürt sorunu veya Ortadoğu'daki gelişmeler de değildir. Gerçek gündem demokratikleşme, reformlar, Türkiye'nin tam bir hukuk devleti olmasıdır. AK Parti ya yeni bir hamle yapıp yüzde 50'nin üstüne çıkar veya Demirel'in partileri gibi, ultramodern darbelerin teneffüs aralığında iktidar olmaya çalışırken, yerini siyasete sahip çıkan yeni aktörlere bırakır.

04 Ağustos 2008, Pazartesi
ali bulaç

4 Ağustos 2008 Pazartesi

2 Ağustos 2008 Cumartesi

-CAMA VURAN KELEBEK




ah hüzün bakışlı annem
cama vuran kelebek gibisin
ve aklında olsun anne
yalnızdım sen yokken

-fotoğrafın dili


bulutların üstünden bıraktım ben kendimi...
tut(a)mayacaksın beni, bilmiyordum, biliyorum...

-MAĞDUR DEĞİLİZ, HİÇBİRİMİZ!


Sadece başlığı okumakla yetinip peşin hükümlü olmamakta fayda var. Zira bu yazı-haber yıllardır süregelen bir ikiyüzlülüğün ifşasını amaçlamaktadır. Bugün hâlâ ispiyoncu medyanın öncü gazeteleri tarafından başörtülüler, toplumun ‘lanetlileri' gibi fişlenip, manşetlerden şu okulda, şu hastanede başörtülü var şeklinde bir üslupla damgalanıyorsa bu, yasakçılardan çok ‘mağduriyet'leri gidermek konusunda samimiyetsiz davranan güç ve erk sahiplerinin ayıbıdır.
Geçen hafta bütün medya Hatırla Sevgili dizisiyle gündeme gelen Deniz Gezmiş'in idam edilişi üzerinden 68 kuşağının bu ülke için nasıl bir mücadele verdiklerini yazdı, çizdi.
İnandıkları dava uğruna nasıl da gözlerini kırpmadan canlarını ortaya koyduklarını, iddialarından milim taviz vermeden idam sehpasına yürüdüklerini, bu isimleri yeni nesil için adeta birer ‘rol model'e dönüştürerek bir kez daha haberleştirdi medya.

Sol, Türkiye'yi devrimle, sosyalizmle kurtaracağına inanmıştı. Bu uğurda 12 Eylül 1980 darbesine kadar ölümüne bir mücadele verdiler. Sağ görüşlü gençler de bir davanın peşi sıra benzer bir kavganın tarafıydı. Ancak sağ her zaman devlete yakındı, sisteme muhalif gibi görünse de devletle çatışmazdı. Devlet canını yaksa da mağduriyetini kabullenir, baş kaldırmazdı. Çünkü devlet-i ebed müddet fikrine inanmışlardı. İktidara getirdiği başbakan 1960 İhtilali'nde idam edilen halk, o gün Başbakan'ını sahiplenmedi ve o gün bugündür süregelen darbe geleneği tam da bu mağduriyet psikolojisinden beslendi. Birileri bu mağduriyetler, hak ihlalleri üzerine siyaset bina edip bir sonraki darbeye kadar iktidarda kalabilmenin hesabını yapar oldular. Darbesiz, sahici bir demokrasi yerine her an ‘derin devlet'in bir punduna getirip öyle ya da böyle alaşağı etme ihtimali bulunan muktedir olamamış iktidarlar gördü bu ülke. 1960'lardan bu yana siyasetin içinde bulunan Hasan Celal Güzel'e göre bu süreçte birtakım insanlar fedakârlıkta bulunup mücadele ettiler, her taraftan; sağdan soldan. Ama birtakım kimseler de onun rantına oturdular."

Biz zaten her acının tiryakisi olmuşuz !
68 kuşağı ülkeyi kurtaracak sistemin Marksizm olduğunu savunurken o yıllarda sağın idealinde de bambaşka bir sistem hayali vardı. Kimi İdeolocya Örgüsü'nde karşılığını buldu bu idealin, kimi Diriliş manifestosunda. Ama bu inançlar uğruna ödenen bedeller düşünüldüğünde ‘sağ' ve ‘dindar' kesim o kadar da yakıcı, yıkıcı darbeler almadı. Evet, her daim bir ‘darbe' kılıcı tepemizde durdu, aldığımız nefes suç sayılır oldu, ‘öz vatanında parya' olmanın dayanılmaz ağırlığı kuşaklar boyu taşındı gencecik omuzlarda, partiler kapatıldı, demokratik haklarımız ihlal edildi. Dinden, imandan, İslam'dan, inançtan bahsettiği için yazarlarımız, düşünce adamlarımız, siyasetçilerimiz mahkum edildi. Genç kızların, kadınların eğitim ve çalışma hakları ‘kamusal alan' gerekçesiyle gasp edildi. ‘Başörtüsü', ‘türban'a dönüştürülerek, başörtülüler sistem karşıtı, rejim tehdidi haline getirildi. Tüm bunlar olurken ‘dava'sına sahip çıkanlar, ‘bedel' ödeyenler olduğu gibi bu ‘mağduriyet' üzerinden kişisel ikballerini sağlama alanlar da azımsanmayacak kadardı. İslamcı medya, uzunca bir dönem ‘yasaklar' üzerinden ciddi tirajlar yakalarken gün geldi konjonktür gereği başörtülü çalışanlarının fazlaca ortalıkta görünmesinden rahatsızlık hissetti.

Siyaset için ‘başörtüsü' üzerinden oy avcılığı öylesine cazip bir kalemdi ki başörtüsü yasakları üzerinden 40 yıl gibi bir zaman geçmesine rağmen çözüme yönelik tek bir adım atılamadı. Günübirlik çözümler çare değil çözümsüzlük getirdi.
Bir ülke düşünün ki Başbakan'ın kızları ‘yasak' gerekçesiyle o ülkede eğitim hakkından mahrum olsun. Yine aynı ülkenin Cumhurbaşkanı'nın eşi aynı yasak sebebiyle eğitimini yarım bırakmak zorunda kalsın. Bir ülke düşünün ki din eğitimi veren okullar, eğitim sisteminin ‘çıbanbaşı' haline getirilsin ama o ülkenin Başbakanı da aynı okullardan mezun olsun. 1950'den beri sağ ve muhafazakar partilerin zaman zaman koalisyon ortağı olarak ama çoğunlukla tek başına iktidarı elinde bulundurduğu bir ülkede hâlâ dindarların ‘mağduriyet' yaşıyor olması sizce de garip değil mi? "Ben zaten her acının tiryakisi olmuşum" kabulüyle en demokratik hakkımız olarak kullandığımız oyların periyodik aralarla yapılan müdahaleler marifetiyle ‘iç' edilmesini derin bir tevekkülle karşılamamız ‘mağduriyet'e müptela oluşumuzun bir sonucu mudur yoksa?

Bir ‘oy' malzemesi olarak türban
Yarım yüzyıla yaklaşan başörtüsü yasaklarının toplumsal bir bölünmüşlüğe yol açmadan halli mümkün iken ısrarla çözümsüz kalışına tek açıklamamızın laik düzenin demokrasi anlayışındaki eksiklik olması fazlaca safdillik olmaz mı? Sosyolog Fatma Karabıyık Barbarosoğlu, Yeni Şafak'taki köşesinde kaleme aldığı ‘Türbanistleri Deşifre Ediyorum' başlıklı yazısında başörtüsü yasaklarının sürme sebebinin sadece "antitürbanist" tavırlar olmadığına dikkat çekmişti bir süre önce. Barbarosoğlu, "Antitürbanist tavırların beslenip büyütülmesine vesile olan "türbanist" tavırlar. Öyleyse "türbanist" tavrın özelliklerini sayalım. Türbanistler, başörtülü kadınları/genç kızları özne olarak görmez. Ne başarıları bir "özne"nin başarısıdır, ne de acıları bir öznenin acısıdır. Her olayda "başörtüsü " birincil, o başörtüsünü başında taşıyan kişi ise ikincil durumdadır. Türbanistler, başörtülüleri savunuyormuş gibi yaparken esasında kendi makamlarını, mevkilerini, yıpranan, eskiyen düşünce dünyalarını "türbanist tavırlar" üzerinden onarmaya çalışırlar." diye yazarak gerçeği açık yüreklilikle ortaya koydu.

Çözüm için adım atanlar da ancak kısmi bir özgürlük getirecek yasal düzenlemeye cesaret edebildiler. Çünkü ‘başörtüsü' sağdan sola yelpazenin hemen tamamındaki partilerin kendilerine oy devşirmelerini sağlayabilecek sağlam bir ‘malzeme'ydi. Kaldı ki üniversitelerde serbestiyi sağlayacak yasal düzenleme hayata geçirilemeden bu adım bile AK Parti'nin kapatılma gerekçesi oluverdi. Yani ilk iktidarı döneminde ‘bizim meselemiz değil' dediği başörtüsü yasaklarını ikinci kez iktidara geldiğinde aniden sahiplenen AK Parti, tuhaf bir biçimde yine mağdur oluverdi!

gülcan tezcan(gerçek hayat)