26 Temmuz 2008 Cumartesi

-beni eksik anlama


Sana yöneldiğimde sen de bana yönel Sana döndüğümde sen de bana dön Yüreğimin damarları senin oradan geçiyor Seninkiler de buradan Avazın avazımla avaz olur Ayazım yazınla saz Bu yüzden Seninle konuştuğumda bana kulak ver Beni anla Beni, benim sana söylediklerimle anla Kelimelerimle anla beni Benim söylediklerimle senin anladıkların aynı olsun. Ben kuş ve çeşme dediğimde sen ‘çeşmeye düşen kuş’ diye anlama.Beni rengimle, yüreğimle ve sesimle tanı.Uzaktan seyret beni; yüreğimin damarlarını göremiyor; sesimin tellerinde asalet ve estetik; rengimin tonlarında uyum ve zarafet bulamıyorsan, bir gelini/damadı karşılar gibi karşılama beni. Beni eksik anlama. Fazla da anlama. Bu ikisinden birini yaparsan önce sen kaybedersin, sonra da ben. Bizi kayba uğratma ne olur.Benim senden başka kimsem yok; senin de benden başka kimsen yok. Ben mükemmel değilim ama sana tam tekmil yirmi dört saat ardına kadar hizmete açık yüreğimi; türkü, uzun hava ve marşlar halinde demet demet sesimi ve tevazu ve sevgiyle karılmış rengimi sunuyorum. Sana bunları sunan kaç bir kimsen var? Benim çok bir kimsem yok. Damdan düşerken veya bir otobüs durağında seni bulmadım. Belki öyle de olabilirdi ama ben seni hayatın alınteri göletinde yüzerek savaşırken, kılıcın kılıcıma takılırken buldum. Ve sen de beni öyle buldun.Yarana tuz ekilirken avazı çıkanın neden ben olduğum yeterince açık değil mi?Acılarım sesinle yankı bulur ve sesim acılarına çare. Bu yüzden beni dinlerken, sözlerimin üstünden atlama; kelimelerimin ne anlamlar yüklendiklerini kavramaya çalış
Su deyince gözlerin
Ateş deyince yürek
Yıkan bendini şehrin
Senin gibi yâr gerek
İşte, ‘yüreğinden başka muska takmadan (seninle) konuşmak istiyorum’.

Mahmut Yavuz

-aşk dileniyorum gözlerinden

25 Temmuz 2008 Cuma

-koca bi dünya yenilgi


koca bi dünya yenilgi ile yaşayan, ölememekten ölen, anlamlı birşey yapmamaya dayanamayan, nefes alışı duyulan ve çocukların omuzuna basmamış kelamlardan yürümeyi ve büyümeyi öğrenen, özgürlük korkusu olan, ''biliyorum ibrahim'in safını seçen karınca bir yerlerde beni bekliyor'' diyebilme cesaretini kendinde bulan, kalbi kırıla kırıla büyüyen, acının olgunlaştıran seherinde kirpiklerine kar düşen, kalbinin en bahar olan yerinden tutulmasını bekleyen, yüreği sığındığı tek dergah olan, saçlarıda kalbi gibi darmadağın olan, O'nu düşündüğünde içinde cam kırıkları varmışcasına gözleri parlayan, aşkın soylu ve güzel bir delilik olduğuna inanan, katillerin annelerini özlediği gecelerin karanlığında onlarla birlikte annesini özleyen, ''beni ve seni, yerleri ve gökleri, önceyi ve sonrayı içine alan o büyük şarkı''ya kulak kesilen, hangi taşı kaldırsa altında yalnızlık olan, yüzündeki hüzün bulutlarını kovamayan, her kopuşta düğüm atan ve her kırılmada tamiratla zaaflarını görünmez hale getiren, susmanın kalesine sığınan, vurulursa ancak kalbinden vurulan, bir vedayı bile yüzüne gözüne bulaştıran, yalnız bırakılmış bir adaya kimsenin yanında götürmek istemediği, ve ''ya ben fazlayım bu şehirde yada benden fazla yok'' diyen birisi...yada kısaca hiç kimse...//yani en çok güneş batarken hüzünlenen, ben...

23 Temmuz 2008 Çarşamba

-deli sözler/3


-bağrımı delmek için taşlar yetmezki,halden anlayanın bir gülü yeter.

-katillerin annelerini özlediği gecelerin karanlığında ağlamak insanı küçük düşürmez.

-çaresizce çırpıyorum kanatlarımı, kurtulak için, nereye gideceğimi bilmeden.

-içindeki çığlıklarına içinde biriktirdiği ayrılık acılarına inat günlerce süren bir sükut.

-bazen yüzümüzü kapatabiliriz ama yüreğimiz daima açık.

-hikmeti kelimelerin kalbine indirene hamd olsun.

-terörist serçeler, mamsum kargalar.

-kimseye etmem şikayet ben yanarım halime.

-yerleri ve gökleri, beni ve seni, önceyi ve sonrayı içine alan o büyük şarkıyı duymadın sa ne söylesem boş.

-bu deveyi gütmeyeceğiz,, bu diyardan da gitmeyeceğiz.

-yüreğiin kaç aylık bakıma ihtiyacı var usta.

-ibrahimi yakan ateşler var içimde, fıratın suyu az gelir.

-ne zaman sana üşüsem ateşin icadı geri alınır.

-sus dilim konuşursan acıyacak kalbim.

-söylesem tesiri yok sussam gönül razı değil.

-oturma kara vicdanlıların soğukluğunu taşıyan taşların üzerinde, fakültenin kapısında yıkılmasın hayallerin.

-peruğuma örgüde öreyim mi hocam.(n.a.g)

-filsitinli bir kız çocuğunun kafasına demokrasi boşaltıp dünya adaletini onikiden vuranlar...

-mevsimi aşka çağıran kuşların nerde senin/birlikte çay içip susmak/beni insanların yüzlerine bakmaktan alıkoyan kuvvetin.

-kendine sakla yaralarını kimse bilmesin.

-ben nerede yağmur yağarsa orada şemsiye kırmanın kitabıyım.

-güneşimin önünden çekil.

-kapındayım açarsanyaralıyım, açmazsan ölü.

-ben gurbetteyim gurbet annemin kalbinde.

-köylüyüm diye tan etme beni,bende kibarım.bir kelle soğanı bin kızıl elmaya değişmem...

-değince gözlerimiz biririne okuduğumuzu anlardık.

-kalbimin yokuşuna denk gelmeli bakışın.

-yabancı bir ülkede dolaşan bir turist gibi hissediyorum kendimi, kendi şehrimde...

-her bahar bir bebeğin gülücüklerinde saklıdır.

-ümitlerin kadar büyüksün.

-onları izlemeye devam edince namazı kaçırıyor çocuklarımız


Hafızamızı çalanlar “hatırlayacaksınız” diyorlar. Doğru söylüyorlar. Çünkü hafızamızı çalan onlar. Hafızamız ellerinde olunca neyi ne zaman ne kadar ve nasıl hatırlayacağımızı biliyor ve rahatça söyleyebiliyorlar.

Hafızamızı işgal edip esir aldıkları için de bize rahatça “bizden ayrılmayın; ... programı az sonra devam edecek” diye emirler yağdırmakta hiçbir sakınca görmüyorlar. Ve biz de ayrılmıyoruz. Çünkü “biz ayrılamayız”.

İradelerini, onların kirli ellerine teslim edenlerin onlardan hiçbir farklılıkları da yoktur aslında. Benzerliklerini inkar etmek ya da gizlemek yerine onların adlarına sunaklarda adaklar sunup ‘isim’lerini büyük bir şeref ve minnet duygusuyla sağ omuzlarında taşırlar ve kalplerinin toplar damarının akciğere tam birleştiği noktada reklama geçiyorlar.

Sonra dönüp “hatırlayacaksınız” diyorlar. Aradan geçen zamanın sonunda bize uyguladıkları testlerin hiçbirinde başarı gösteremediğimiz halde bu başarısızlığın nedenin ne olduğunu bir türlü bir yerlerden çıkarsayamıyoruz ve bununla ilgili bize vadedilen hatırlama sözünü de hatırlayabilemiyoruz.

Yüzümüze ayna tutuyorlar. Aynada onların yüzlerini görüyoruz. Köşe kapmaca oynayan çocukların ışıltısı yok yüzlerinde. Krem kullanıyorlar ve ellerinin gerçek kokusunu hiçbir zaman duyamıyoruz. Onlar da duyamıyorlar. Ellerinde elma kokusu da yok. Bizimkinde de yok artık. Ne çocuk ışıltısı ne de elma kokusu...

Çocuklarımız, bizim çocuklarımıza benzemiyor artık böylece. Çocuklarımız onların çocuklarına benziyor. Hiç susamıyorlar mesela. Yani öyle zannediyorlar. Yalandan kim ölmüş ki. Bizim çocuklar da ölmüyorlar ama sadece uzaklaşıyorlar: bizden ve onlardan. Onlara yak(ın)laştıkça iki taraftan da uzaklaşıyorlar. Çocuklarımız bizi; onlar da çocuklarımızı habire iteleyip duruyorlar. Dengesi bozulan sadece ikimiz oluyoruz: biz ve çocuklarımız...

Onların çocukları birbirlerine sokuluyorlar. Ve elleri kanlar içinde ayrılıyorlar. Sonra kiliselere gidiyorlar. Ve Budha’ya dua ediyorlar. Budha, sol gözünü kırpıyor. Çocukları sıradan gülümsüyorlar. Yanı başlarında duran ve sıra dışı kalan çocuklarımızsa irkilerek hayretler içinde onların çocuklarına özgü efektlerle hayret ve şaşkınlıklarını yansıtmak için “waaaooowww!” diye hep bir ağızdan bağırıyorlar. Çocuklarımıza alaylı bir şekilde yan gözle bakıp alaylı gülümsüyorlar; Budha’nın onlara gülümsemesine benzer bir gülüştür bu. Bizimkiler utanıyor ve susuyorlar. Ama onlar Budha’nın gülümsemesinden hiç te alınmıyorlar.

Çocukları dönüp bizimkilere hep biz ağızdan “hatırlayacaksınız” diyorlar. “neyi?” diye soruyor bizimkiler. Tam o anda...

“Bizi izlemeye devam edin” uyarısıyla araya reklamlar giriyor. Onlar Budha’yı terkediyorlar. Ve bizimkiler reklamlardan sonra heykelin yanında onları göremeyince “onları izlemeye devam ediyorlar”

Nike, Adidas, Lee Cooper, vs. giyiyorlar. Fast-food (hızlı yiyecek: what?) takılıyorlar; aceleleri var. Sinemaya gidiyorlar sonra maçlara gidiyorlar daha sonra tiyatroya gidiyorlar daha daha sonra... ve bizim çocuklar hep bir adım geriden onları izlemeye devam ediyorlar.

Ve namazı kaçırıyor bizim çocuklar.

./.

Oysa tarladan hasat topluyor babam, sonra elma bahçesinde elma toplayacak, daha sonra Karadeniz’e gidip fındık toplayacak daha. Daha daha sonra... daha yapacak bir sürü işi var babamın. Üretecek bir sürü şeyi var ama “kriz var diye” ürettiklerini pazarlayamıyor, elden çıkaramıyor babam. Çünkü babamın ürettiklerini alacak olanlar o sıra meşguller ve onları “izlemeye devam ediyorlar.”

İçten bir lâhavle çekip ikindi namazına duruyor babam.

./.

Rahmetli babaannem Pirâ ‘Ayşé’yi görüyorum rüyamda. Yine bana her zamanki gibi tam müezzinin ezan okuduğu sırada “ezan okunmadı mı daha?” diye soruyor. “iyi de babaanne, her zamanki gibi yine onikiden vurdun. Tam şu anda müezzin ezan okuyor” diye yüksek sesle cevap veriyorum. “Kusura bakma ama çoğu zaman senin ağır işittiğinden şüpheleniyorum.” diyorum kendisine. Sözlerim üstüste geldiği için anneme dönüp “ne diyor bu haylaz yine?” diyor. Annem “yok bişey babaanne, yok bişey.” diyor. Susuyor babaannem.

İçten bir lâhavle çekip ikindi namazına duruyor babaannem.

./.

Safahat’tan bir dize düşüyor aklıma :

“Ben böyle bakıp durmayacaktım dili bağlı...”

İçten bir lâhavle çekip ikindi namazına duruyorum.

Çocuklarımız onları “izlemeye devam” ediyorlar

Ve namazı kaçırıyor bizim çocuklar.
-mahmut yavuz-

-yusuf hala kuyuda


Bir adın kaldı o da güz.

Ne zaman bir şarkıya değse ellerim hüzün akar yamacımdan. Hüzün akar bütün bir evren. Sararır bütün başaklar.

Bir adın kaldı o da güz.

Dün gece rüyamda yusuf’u gördüm. Dolara batmıştı. Yüzü asıktı. Yolunda gitmeyen bir gidişattan söz ediyordu. ‘Yürümem’ dedi.

Bir adın kaldı o da güz.

Şikâyet ellerimde yaralar açıyor.

Yokluğun yaralar varlığımı. Yoksun. Varlığı olanların elleri çamur. Ne kar ne dolu ne yağmur. Hiçbir şey ellerimden kayan kadar, hiçbir şey…

Bir adın kaldı o da güz.

Dün gece rüyamda yusuf’u gördüm. ‘Yusuf’ dedim ‘dinara yanan tarafın ellerimi çarmıhlıyor.’ Güldü. Katıla katıla ağladım.

Bir adın kaldı o da güz.

Çocuklar da büyüdü.

Yaklaştı ikindi. Namaza kalkan yok. Yusuf’u çağırdım. ‘Kuyudayım, şimdilik olmaz’ dedi. ‘ne zaman olacak?’ dedim. Yüzün aldı yürüdü.

Bir adın kaldı o da güz

İçime baktım. Camiye benziyordu. Cami musallaya..

‘Yusuf’ dedim ‘peki ya bu cenazeyi kim kaldıracak?’ dedim. ‘Bizim gezegende’ dedi Yusuf ‘adın kaldı bir’. Oysa bilmiyordu ki:

Bir adın kaldı o da güz.


‘Hiçbir şey ellerin kadar, katrana bulamaz yüzüm, yusuf’ dedim.

‘Hayat’ dedi yusuf, ‘bir kuyunun dar ağzı kadar; nazar kuşanan fettan bir kadının -aslında- hüznü kadar ellerimizi yoklamaz. Ve zaten biz ki yani insan her sabah çarmıhların sivri uçlarından kanat vurup yüreklerini kanırtan bahar.’

‘O zaman’ dedim ‘gün geçtikçe kanlanan ellerini yıka ve bize ikindi namazını kıldır’ dedim. Yüzüme baktı, baktı, şaşırdı Yusuf.

Bir adın kaldı o da güz.

Anladım ki o zaman senden geriye adı kalan ne Yusuf ne kuyu ne bahar… Hiçbir şey ellerinden, hiçbir şey ardında bıraktığın kırık mısradan başka yok. Ve aydınlık yüzünden ve ihtiyar adından başka hiçbir şey kalmadı izleğimde. O da güz.
-mahmut yavuz-

-çocuklarını yemekten yorgun düştüm ey habil!


Bıraktığın kemiklerin hatırası yerinde duruyor baba. İzlerin beynimize kazılı. Rahat uyu. Ellerimiz kan mevsimi her gece. Düşlerimiz kanayan nehirlerin enkazlarında yüzer. Kemik tüccarlarının hatıralarına saygılı korsanların neşterleriyle dağlanır suratlarımız. Kana kana Babil, kana kana Beyrut, kana kana Las Vegas, kana kana Ortadoğu, kana kana kan!

Kandan umduğumuz bulduklarımızın teminatlarına sayılıyor. Rahat uyu.

Rahat uyu ellerimiz harami.

Ardımızdan bıraktığımız iz yepyeni collesiumları inşaya yeter. Kemikleri ellerimizde büyür.

Rahat uyu, yorgundurlar nasılsa.

Elleri çalış/kan. Kanlarından piramitler büyütüyoruz. Besliyor ve bombalıyoruz vücutlarını sonra heykellerini dikiyoruz ve taptırıyoruz cümle alemi alenen.

Rahat uyu sen.

Biz böleriz çabalarını; büyütürüz kendi elleriyle. Sonra emeklerinden nafakalar bağlar; düşlerinden ülkeler kurar, ülkelerinin ekran koruyucularını yükleriz hafızalarına.

Rahat uyu sen.

Biz daha nice elma bahçelerinde oyalarız onları; daha nice silahlar üretir, tetiklerini parmaklarına zimmetleriz. Elleri bu yüzden üşüyen çağıltı hep. Hüzünleri dökülen kanlarının pahası. Anladıkları bir şey yok.

Rahat uyu sen.

Gemilerle gidiyor, trenlerle dönüyorlar. Trenlerle gönderdiklerimizin hiç biri ise dönmüyor. Sonra Yemen diyorlar, türküler yakıyor, yazmalar bağlıyorlar.

Rahat uyu sen.

Mahzundurlar. Hüzünlerinden besteler yapıyor ustalarımız, balad diye dinletiyorlar. Sersemliyorlar ve hafıza kaybına uğruyorlar o zaman. Artık ne İspanya ne Ortadoğu ne Nikaragua ne Ebu Zer, ne Che ne Malcolm ne eleğimsağma ne tüllenen mağrib ne akşam… her şey kocaman bir tufan; bir avuç kül artakalan.

Rahat uyu sen.

Kulaklarımız büyük bizim, ellerimiz pençe, yüreğimiz çelik, gözlerimiz ateş, ruhumuz moleküllerle laboratuarlardan sonra arşivlerde güven altına alınmıştır. Düşlerini rüyalarımızdan kuruyorlar. Her şey kocaman bir yalan.

Ve kan kokar mevsimleri. Çocukları hezeyanlarla, oyuncaklarla, kemiklerle uğraşır durur. Bizimkiler de. Ama bizimkiler onlarınkini eğitmek için düş kurar; düşlerini onlara yazdırırlar. Bu yüzden yorgundurlar, kepenklerini erken indirmeleri bundandır. Satışları kötü, işleri kesat.

Her şeyi kana yorar, her şehri kana boğarlar. Boğaz harpleri bundandır.

Hey rüyalarına dadandığım şehir! Seni ateşlere salan benim. Kahrım çocuklarını helak etti. Senin ellerin hırçın.

Ellerini çalan benim. Tut ve sal beni.

Yorgun kuşlarının kederi bende saklı. Tut ve sal beni.

Ürküttüğüm kervanın gizemi bende. Tut ve sal beni.

Külü kana salan benim. Tut ve sal beni.

Hışmını kahrıma sakla. Tut ve sal beni.

Ellerim sana bozgun. İşte buradayım gel ve öldür beni.

Çocuklarını yemekten yorgun düştüm ey Habil.
-mahmut yavuz-

-yol ve bedel


Dünyevi olana dair tuttuğumuz hesapların ilahi terazideki kıymet-i harbiyesi kalbimize ayna diye tutulacaktır. Tutulan her sayı, uğrunda savaş verilen dünyevi paha; yüzümüzde huzur-i ilahide bir utanç olacaksa, varsın yeryüzünün toplam maliyeti adımıza tapulansın, kime ne!



Uhrevi faturamıza eklenecek her maliyet utancımıza bir katkı ise yazık! İnsanı insana ram eden her ilişki, her hak ihlali ağır bir düşüş, ateşe yaklaştıran güçlü bir unsurdur. İnsanı ateşe yak(ın)laştıran, insana düşman…



İhtiras insanı pişiren mangal…



Öfke ateş küreği…



Menfaat Hakkın ve hukukun ihlali…



Allah’a iman’dan sonra; insanın insana ünsiyetini sağlayan temel imâni ilke: Adalet…



Hak ve adaletin çiğnenmesi; ayaklar altına serilen ateşten halı… Cehennemin yeryüzünde vicdanlarda yaşanan ilk hali…



Hak ve adaletin ihlaline dair işlediğimiz her santimin ve dahi gramın ağırlığı terazimizin sol kefesine bir ağırlık olarak düşeceği gibi kalbimize de bir ateş yalımı.



Her izin gizemi kalbimize ya açık ya da kapalı. Basireti kapalı kalbin bu yüzden gizemi olmaz. Gize açık kalp rahmete de açıktır.



Daralan her nefes bizi Gerçek’in merkezine yaklaştırır. Gerçek’e dair taşıdığımız her doğru bilgi parçası, evrensel var oluşumuzu berraklaştırır. Berraklaşmak arındırmalı kalbimizi. Arınmak, selim bir kalp ile salimen ince çizgiyi geçmek için elzemdir.







Sonuçta bir yol yürüyor insan. Ve yol, yolun yolcusu olma bedelini ödeyenlere imkânlarını sağlayarak kendini kolaylaştıracaktır. Ya bedel ödemeyenler?..



Yolda seçtiğimiz yoldaş bize arka_daş olmayacaksa ağır bir külfete dönüşecektir. Kendi ağrılığından kurtulma çabasında iken yolcunun, başkasının ağırlığına katlanması imkânsızdır. Kendi sıkletinden kurtulmanın bir yolu sağlam bir yoldaş iken ikinci bir yolu da ağır yüklerinden sıyrılma çabası içinde olmaktan geçer.



İnsan olarak ağırlıklara meyyal bir yanımız vardır. Toplayıp duruyoruz. Oysaki topladıklarımızı bir gün toparlamak zorunda olacağımızı da hesaplayabilirsek, yola daha rahat intibak edebileceğimizi de anlarız. Yola düşmeden önden gönderdiklerimiz de cabası. Çünkü önden gönderdiklerimizin bir kısmı, telafisi olmayan karanlıklarımızdır.



Allah ve Ahiret varmış gibi yaşamak veya yokmuş gibi yaşamak. Bu yaşamda bir tutum ve duruş sergilemek… var olmanın ara finallerinden biri budur.



Finale hazır mıyız finalist dostlar?..
-mahmut yavuz-

-Gere Gere İpe Döndürdünüz Ülke Çocuklarını/m.yavuz


Gelin hep beraber gerelim. Hep beraber gömelim çamura insana dair ne varsa. Bizim çocuklarımızı ve sizin çocuklarınızı. Kahredelim onları. Bizim çocuklarımızın sizin için anlamsız bir çöp yığını olduğunu iliyoruz. Gelin sizinkileri de ekleyelim bizim çocuklara ve onları öyle gebertelim. Sizin için çocuklarımız neyse sizinkileri de ekleyelim aynı anlamın içine ve salalım gözyaşlarına. Nasıl ağlıyorlarsa çocuklarımız sizinkileri de öyle ağlatalım. Bu ülkenin köylerden göç etmiş şehirli çocukları her zaman sizin için çöp kamyonunu doldurmak zorunda kalanlar olarak kaldı. Sizin saltanatınız bu ülke çocuklarının gözyaşları üzerinde yükseldi. Bu yüzden yaş ortalamaları düşüktür çocuklarımızın. Bizim çocuklarımız beslenmeye çalışırlar; sizinkiler ‘kaliteli yaşam’ın düşlerinde yaşarlar. Bizim çocuklarımız imanlı ve ahlaklıdırlar; sizinkiler bulundukları her yerde; üniversite kampuslarından genelev odalarına kadar züppelik, hippilik, ahlaksızlık ve rezilliğin her türlüsünü yaparlar; yetmez, azıcık bir yaşa geldiklerinde, lanet okuduğunuz Osmanlı Saltanatına taş çıkartırcasına, hem aile hem de devlet saltanatınızı kendilerine teslim edersiniz. Sizin yerinize onlar çocuklarımızın başına çöreklenmeye başlarlar. Siz bu çocuklarla Tanzimattan beridir bu ülke çocuklarının başına çöreklenip duruyordunuz. İktidarınız bu çocukların uysallıkları üzerinde gökdelenlere dönüştü. Doymazsınız… Lanet olsun size! Sizi artık istemiyoruz. Size bu iktidarı sağlayan anlayışa ve anlayışlara lanet olsun Sizi başımıza deccala dönüştüren bin yıllık muhafazakâr ve itaatkâr anlayışa lanet olsun. Bu anlayışı din kisvesi altında Müslüman halklara din diye sunan din bezirgânlarına lanet olsun.Hepiniz ama hepiniz başörtüsünden dolayı ödül töreninde tard edilen küçücük Tevhide Kütük’ün gözyaşlarına kurban olasınız. Aldıkları iki kuruşluk maaş ve aptalca bir makam karşılığında namusunu satan muhafazakâr yaltakçı ve yalakaların, olmayan beyinleri, basit bir saldırı karşısında birşey yapamaz hale geldiklerinde, hakim ve karanlık güçlerin söylemlerine sığınmaları namus yoksunluğundandır.Yaşadığımız topraklarımızda bizi hiçbir formatta enimsemeyeceğinizi çok iyi biliyoruz. Biz birbirimize hep düşman kalalım istiyorsunuz. Komünist, laik, milliyetçi, dinci, fanatik, tarikatçı ve daha pek çok parça olarak parçalanalım istiyorsunuz. Bu sizin tepemizde daha çok tepinmenize imkân vereceğinden dolayı hep böyle birbiriyle anlaşamaz ve geçinemez kalalım istiyorsunuz. Zekâlarımızı da yüzyıllardır siz yönetesiniz istiyorsunuz. Ve önetiyorsunuz. Ama artık küçük Tevhidelerin çocuk yaşta NEDEN diye sormaları sizin ve çocuklarınızın saltanatını kocaman bir SORU İŞARETİne dönüştürdü. Ve siz bundan sonra hep bir soru işareti olarak kalacaksınız. Hatta bu nesille birlikte yerlerde sürünecek bir nokta olacaksınız… Çünkü çocuklarımız artık soru soruyor. Birilerinin onlara cevap vermeleri gerekiyor. Din ve siyaset simsarlarınızın yüzyıllardır verdikleri cevaplarıyla yetinmemektedirler. Kendi sorularının cevaplarını kendileri bulmak istiyor. Bu Ülkenin çocukları İlahi Kitapla bi aydınlanıversin, soyaçekim saltanatınıza ağıt yakma sırası size gelecek. Bekleyin siz… Bundan sonra hala bile germek istiyorsanız buyurun gerin. Biz gerilmeye alışkınız nasıl olsa; bize göre hava hoş. 13 yaşındaki kızım çıkacak olan Anayasa’da başörtüsüyle ilgili ne tür kararların çıkacağını bir siyaset bilimci duyarlılığıyla takip ediyor. Bu duyarlılığı siz kazandırdınız. Faturasını da artık siz veya çocuklarınız ödersiniz... Gere gere ipe döndürdünüz ülke çocuklarını. Ne fizikten anlarsınız; ne iki kuruş sosyolojiden; ne de adam gibi siyaset bilirsiniz. Ama her şeyi de en iyi siz bilirsiniz diye sayarsınız kendinizi. Hiçbir halt bildiğiniz de yok. Bu ülke insanının milyonlarca saatini her gün bütün dolu ve boş zamanlarında çalarsınız. Ama manipüle etmeyi bile artık beceremiyorsunuz. Şu halinize bir bakın. Sefaletten başka ne sundunuz bu ülke insanına?Atatürk dediniz, anayasa dediniz, hak dediniz, hukuk dediniz; istismardan başka bir şey yapmadınız. Bütün bir ülkeye iki yüz yıldır reva gördüğünüz her türlü zulüm, cürüm ve ihaneti esirgemediniz. Ülkenin yer altı ve yerüstü zenginliklerini kendinize ve Batılı dostlarınıza peşkeş çekmekten zerre miktarı içtinap etmediniz. Ülkenin madenini altı dolara satıp otuz dolara ithal ettiniz. Modernleştireceğinizi söylediğiniz silah sanayisi için İsrailli dostlarınızla yirmi beş milyon dolara anlaşırken, gelen on altı milyon dolarlık teklifleri reddettiniz. Kimden yana olduğunuzu hiçbir zaman kestiremedik. Oysa İkinci Dünya Savaşı sonrasında savaştan çıkan Japonyasından Almanyasına, İtalyasından Amerika, Rusya, Fransasına kadar bütün dünya halkları kendinden yana/kendine taraf bir tutumla cesetlerinin küllerinden yepyeni ülkeler inşa ederlerken, siz Cumhuriyetin kurulduğu günlerde birkaç Amerikan dolarını cebinden çıkaran sayın Lirayı çarçur ettiniz. ‘Bir Türkün bir cihana bedel’ olduğu savından, bir Türkün bir dolara muhtaç olduğu zamanlara taşıdınız bilumum Türkleri ve dahi sâir Türk müştereki kardeşlerini. Bu ülkenin onuruyla oynadınız. ‘İmparatorluktan vazgeçelim, taşıyamayız’ dediniz. Uluslararası onurumuzu korumak adına milli bir söylemle Türkiye Cumhuriyeti rejimini kurdunuz. Kurduğunuz rejimin milli kimliği kağıt üstünde seksen yıl boyunca ağıt yakıp durdu. Ve şimdi rejimi seksen yıldır taşıdığınız yere bakın. Bütün pişkinliğinizle ‘Bizi izlemeye devam edin’ dediniz. Hep sustuk ve derin bir esef ve korkuyla sizi izlemeye devam ettik. Her Allahın günü bir foyanız, bir yalanınız ortaya çıkıyor. Seksen yedi yıllık Cumhuriyet tarihini yalan dolan üzerinde inşa ettiniz. Yeryüzünde sizin bir benzeriniz, hatta iyi bir kopyanız dahi yoktur. Bu yalanlarla, bu zekâyla ve bu kafayla, ‘ilelebed’ nasıl ‘payidâr’ olacağınızı gerçekten merak ediyoruz. Çünkü biz bir ülkenin ‘zulümle âbâd olamayacağını’ bin iki yüz yıllık Sünni geleneğimizden çok iyi biliyoruz.Peki siz ne biliyorsunuz?..
-mahmut yavuz-

22 Temmuz 2008 Salı

kirli ruh


-maruz kalınan her bir günah, her bir haram hayal kirlenmesine yol açıyor. zihinde kirli bir iz bırakıyor. yani haramlarla hayali kirlenen insan tertemiz hayatında artık bir bakıma düşüşe geçiyor.

-deli sözler/2


-nereden gelip bu çöl kokusu, yerleşti düşlerime/yüreğime.

-bakma öyle dik durduğuma aslında bir serçe kanadından farksızdır bu yürek.

-bütün kemikleri krılmış bir çığlığı yürek diye peşimden sürüklüyorum.

-herkesten sakladığım bir labirentte tek başıma dolaşmak istiyorum.

-kanayan kalbimi tutatark bağırıyorum.

-içsel mücadelemi sırtlamama yardımcı olabilecek birileri.

-deniz olmaya gel pencereme.

-(seni)sevecek olsam silahlar patlar sol göğsümün altında, eşkiyalar yürür.

-bir ateşin başında yeminler edip, uzun uzun sigara içip, gözlerimizi karanlığa dikerek 'şehre inme vakti gelmiştir' demek vardı şimdi.

-tavşan korktuğu için kaçmaz, kaçtığı için korkar.

-avuçlarımda annemin direncini ve şefkatini saklayabilmek isterdim.

-vurun kendini tarif etmekte zorlananları.

-uçması bile yasaklanmış bir kuş/tun sen.

-benim nerem bir hikayenin izlerini taşıyor.benim nerem mazlum bir insanın kansız yüzüne bakıyor...tüm bunlara rağmen, gün gelir bir kızın titrek kalp atışları gibi ay doğar. vumutlarım, korkularım gibi yeniden tanımlanır, buzdağı çözülmelerimin başladığı günlerde.(hüseyin kurnaz)

-yıldızlar ateşböceği sanılmaktan korkmazlar.

-derin görünsün diye bulandırılar sularını.

-mutlu çocuk! beşik nasıl da büyük geliyor sana. büyüde bakalım dünyaya sığabilecekmisin.(schiller)

-kırlangıçlar çırpınmadan ölmez.

-kuşların geri gelmeyeceğini bile bile özgürlüğü sattı katillere.

-kimsenin anlayamadığı bir dilde konuşmak, yazmak , hatta ağlamak istiyorum.

-sana bir çocuk gözü gerek, herşeye hayretle bakacak.büyüdün kör oldun. sana bir çocuk dili gerek niçin diye soracak.büyüdün unuttun. sorularını yitirdin sen.
(kerem toprak)

18 Temmuz 2008 Cuma

-kara kıtanın özgürlük savaşçısı/malcolm x


Bir taş at!

Güney Carolina, Georgia, Alabama, Mississippi ve Louisiana eyaletlerini ABD'den koparıp bu topraklar üzerinde “Yeni Afrika” devletini kurmayı hedefleyen NEW AFRIKA INDEPENDENCE MOVEMENT (Yeni Afrika Bağımsızlık Hareketi), nâm-ı diğer MALCOLM X GRASSROOTS MOVEMENT (Malcolm X Taban Hareketi), Afro-Amerikalı gençler arasında mütevazı ve fakat üzerinde durulmaya değer bir popülarite kazandı.

İleride bu hareketi uzun uzun konuşuruz inşaallah. Şimdilik, “içinde bulunduğumuz tarihi konjonktürde dava için neler yapabileceklerini soran yoldaşlar”a hareketin liderleri tarafından verilen öğütleri okumakla yetinelim:

Bir taş at.

Bir taş daha at.

Bir şiir ateşle.

Bir yumruk yükselt.

Sesini yükselt.

Bir çocuk yetiştir.

Bir maske tak.

Duvara bir slogan yaz.

Şehidleri an.

Bir hayal kur.

Bir barikat kur.

Tarihine sahip çık.

Sokaklara sahip çık.

Bir slogan at.

Bir kurşun sık.

Bir tohum ek.

Bir ateş yak.

Bir pencere camı kır.

Terle.

Sahte belge düzenle.

Bir bildiri bastır.

Bir kanun kaçağını barındır.

Bir yara sar.

Bir dosta sevgi göster.

Silahını temizle.

Hakikati söyle.

Bir miting düzenle.

Arkanı kolla.

Gökyüzüne bak.

İz bırakma.

İşçilerden öğren.

Bir yoldaşa öğret.

Bir hücreyi ziyaret et.

Bir savaş esirini kurtar.

FBI'ın gizli dosyalarını çal.

Kendi kalbini çal.

Parolayı aklında tut.

Bir aynasızı silahsızlandır.

Bir füzeyi çalışmaz hale getir.

Bir fıkra anlat.

Bir plan yap.

Bir ümit ışığı gör.

İsmini değiştir.

Bir teoriyi test et.

Bir dogmaya meydan oku.

Korkunu kullan.

Bir damla gözyaşı akıt.

Haritayı incele.

Hainlerle hesaplaş.

Ağırlığını hakkıyla taşı.

Biraz daha ağırlık kazan.

Sevmek için mücadele et.

Sevdiğini bir daha söyle.

Sınırı aş.

.....

NOT: Bu öğütler Tim Blunk diye bir şairin kaleminden çıkmış.
(hakan albayrak-yenişafak)

-millet devletin kucağında ölürken-1

Geçen yüzyılın ilk yarısında üretilen birçok film, bir milletin 'doğuşunu' anlatmayı amaç edinmişti. Tüm dünyada hemen hemen her ülke karmaşık bir toplumsal yapıdan bir 'millet' çıkaran ve onu şekillendiren kendine özgü koşulları sergileme ve tabii ki kendi kahramanlarını yüceltme peşindeydi.
Bu anlatılar kendi fıtratını tanımayan, gücünü bilmeyen bir milletin kendisiyle tanışmasının, kendini 'bulmasının' hikâyeleriydi. Sanki söz konusu karmaşık toplumlar ezelden bu yana birer 'millet' olmalarına karşın, bu gerçeğin farkında değillerdi ve karizmatik bir liderin onları uyandırmasıyla bir anda millet olma yoluna girmişlerdi. Bu yaklaşımın rağbette olduğu dönemler aynı zamanda ulus-devletlerin kendilerini toplumları karşısında tahkim ettikleri ve varlıklarını uluslararası antlaşmalarla güvence altına aldıkları yıllara tekabül etmekteydi. Tüm dünya koyu bir milliyetçilik atmosferinin kuşatması altındaydı. Öyle ki milliyetçi olmamak, milletini sevmemek, liderini yüceltmemek ayıplanmanın ötesinde hayatın gerçekliğini de anlamamak anlamına gelmekteydi. Diğer bir deyişle o dönemin yaygın 'bilimsel' anlayışına göre milletler ezelden ebede uzanan tarihin hakiki aktörleri, özneleriydi... Bu işlevi taşıyan ve yürüten ise devlet teşkilatlarıydı. Dolayısı ile devletin de en üst aşaması, en olgun hali ulus-devlet formasyonuydu. Milletler kendi bilinçlerine vardıkça ulus-devletleri yaratmışlardı ve söz konusu bilinçlenmenin yolu ise milliyetçilikten geçmekteydi.
Ne var ki ortada ufak bir pürüz bulunmaktaydı... Dünyada her milletin bir ulus-devleti yoktu. Oysa herkesin paylaştığı algılama her milletin kendi devletine sahip olmasını bir hak olarak tanımlamaktaydı. Bunun anlamı her toplumun içinde birden fazla 'millet' olduğunun, yani toplumsal çeşitliliğin kabul edilmesi gerektiğiydi. Muhtemel sonuç ise toplumların parçalanması ve binlerce küçük devletin oluşmasıydı... Ancak ulus-devletlerine daha önce kavuşmuş olan 'milletler' buna razı gelmediler. Bu noktada egemen güçler kabaca iki yol izledi. Biri toplumun içindeki azınlıkları birer 'millet' olmadıklarına ikna etmeyi gerektirmekteydi. Yüzeyde bütün ülkelerde böyle bir ideolojik propagandanın yürütüldüğünü söylemek mümkün. Nitekim birçok toplumda çok ufak cemaatlerin bu asimilasyon siyasetine olumlu yanıt verdiğini görüyoruz. Ama cemaatlerin daha büyük veya çoğunluk cemaatinden belirgin otantik farklılıklar taşıdığı durumlarda söz konusu strateji başarılı olamadı. Örneğin Türkiye'de Kürtler henüz Cumhuriyet'in ikinci yılında yeniden isyan etmişti bile. Halen devam eden bu karşı koyma mücadelesinin altında herkesin bildiği üzere bir 'haksızlık' algısı var. Çünkü Mustafa Kemal'in 'Türkler ve Kürtler' diye başlayan cümleleri, Cumhuriyet'le birlikte unutulmuş ve gücü eline geçiren merkezî yönetim Kürtlerin asimile olmalarını sağlamak üzere zor kullanmaya başlamıştı. Diğer bir deyişle Kürtler, kurucu unsur olarak katılmayı hayal ettikleri ulus-devlete kavuşmamak bir yana, Kürtlüklerinden de vazgeçmek durumunda kalmışlardı.
Dünyanın başka yerlerinde de yaşanan buna benzer örnekler, 'milletlerin' ancak başka milletlerin üzerine basarak ulus-devlet olabildiklerini ima ediyor. İnsanlık, etik, adalet gibi değerlerle bakıldığında, ulus-devletlerin daha baştan 'sorunlu' oldukları ortaya çıkıyor. Öte yandan gücü elinde tutanlar, bunu adalet ve eşitlik gibi evrensel insanî değerler uğruna kolaylıkla elden çıkarmaya razı gelmiyorlar... Dolayısıyla Türkiye örneğinin çok net gösterdiği üzere milliyetçilik bizatihi bir baskı unsuru olarak kullanılıyor. Öyle ki milletini sevmemek, lideri yüceltmemek bir suça dönüşüyor. Geçenlerde başörtülü bir kadın hakkında Atatürk'ü sevmediğini söylediği için soruşturma açılması, söz konusu yaklaşımın bugün bile ne denli titizlikle korunduğunu ortaya koymakta. Böylece milliyetçi ideolojinin gerçek işlevinin bütünleştirici, kuşatıcı ve davet edici değil, aksine bölücü, baskı altına alıcı ve hatta yok edici olduğunu görmek mümkün oluyor.
Milliyetçilik bütünleştirme ile bölmeyi aynı anda yapan ve böldüklerini ya yok ederek ya da bütüne ekleyerek toplumsal çeşitliliği ve çokkültürlülüğü öldüren bir ideoloji olmayı sürdürüyor. Ne var ki bu niteliklerin böylesine kaba bir biçimde hayata geçirilmesi bir meşruiyet sorunu yaratma potansiyeli içermekte. Çünkü insanlığın birikimi en azından kuramsal açıdan milliyetçilikler arasında bir değer skalası oluşturmuyor. Yani hiçbir milliyetçiliğin diğerinden üstün olduğunu, daha 'doğru' şeyler söylediğini öne süremeyiz. Her milliyetçilik tarihi ve toplumları kendi açısından, diğer bir deyişle neredeyse sonsuz bir önyargıyla değerlendirmekte ve gerçeklik kaygısı olmayan anlatılara dayanmakta. Bu durumda kendi milliyetçiliğinizin diğer milliyetçiliklerden daha 'doğru' olduğunu iddia etmenizi sağlayacak bir önermeye ihtiyaç var. Öyle ki bu önerme sayesinde toplum içindeki azınlıklar seslerini kıssınlar ve çoğunluğun, ya da gücü elde tutan milliyetçi kadroların önerdiği biçimde asimile olsunlar.
Belirli bir milliyetçiliği diğerlerinden üstün kılmanın en 'sağlam' yolu ise tabii ki bizzat kendi milletinizin diğerlerinden üstün hale getirilmesidir. Çünkü eğer milletlerin kendisi bir hiyerarşik sıralama içinde iseler, alttaki milletlerin üsttekilerin ulus-devletleri içinde erimeyi kabullenmeleri son derece 'uygundur'. Diğer taraftan herhangi bir milletin diğerlerinden üstün kabul edilmesinin de dayandığı bir kıstas olmalıydı. Otoriter zihniyetin dayandığı epistemolojik bakış bu noktada önemli bir katkıda bulundu... Bazı milletlerin ulus-devletlerini kurmuş olmaları zaten onların tarihi daha doğru algıladığının, yani daha üstün olduklarının kanıtıydı! Böylece bir totolojiye dayanılmış olmakla kalınmadı, diğer milletlere en büyük zulmü reva gören milletler daha hak sahibi ve üstün hale geldiler.
Geçmişte bu bakış bütün milliyetçiliklerin latent olarak içlerinde taşıdıkları ırkçı ideolojinin yüzeye çıkmasıyla sonuçlandı. Kendi toplumlarının çeşitliliği ile demokratik yöntemler dahilinde baş edemeyen ulus-devletler söz konusu ırkçılığı gündelik dilin parçası haline getirdiler. Türkiye'de tek parti döneminde bürokrasiye eleman alırken 'Türk vatandaşı ve Türk' olmak gerekiyordu. Diğer bir deyişle devletin 'özde' Türk saymadığı insanlar vatandaş olsalar bile memur olamıyorlardı. Sonraki yıllarda yaşanan Varlık Vergisi gibi açıkça ırkçı tasarrufların müdanaasızca uygulanabilmesinin ardında tek parti döneminde şekillenen bu ulus-devlet bakışı yatmaktadır.
etyen mahçupyan

10 Temmuz 2008 Perşembe

-elizabeth-




-uçurumlara yakın dur


“Nakış, donmuş bir hayalin resmidir. Dön(e)mezsem beni nakşet.”

-gafletin rahiyası


İlah Davud'a buyurdu ki : "Ey Davud evini temizle ki Allah oraya nazil olsun". Davud dedi ki : "Senin şanına ve azametine yaraşan ev hangisidir ki orayı temizleyeyim?". Allah (c.c) buyurdu ki: "Kalbinde bizden gayri ne varsa yak, at. Sonra Kudüs'ü sana biri sorarsa ona orayı göster. Zira bizim Kudüsümüz mü'minin kalbidir..."

Ölüm dünyalıklarınıza aşina.
Ölüm size aşina ve siz ölümün ziyaretine gelmiş kaybolan taife.
Ellerinizde çubuk metallerle gözlerinize diktiğiniz harami piramitlerin enkazları kalbinizde sahra.
Mezarlarınızın üstüne dikmeyi düşlediğiniz lüks daireleriniz zebani fırtınası.
Ki hamuru çamurdan olanın gizemi olmaz. Çıplak birer duvar olursunuz kapısız.
Han’dır yüreğine itina ile misafir almayan.
Batıla meyyal istikametiniz, yola dair düşlediklerinizle birleşen ceset kokuları arasında hanenize alacağınız mutluluk, üstünüzde taşıyacağınız dünyevi imajlar en fazla çocuklarınızın kahrını büyütür.
Sübhan olan kemalin haşmetini Zat-ı Zülcelali’ne mahsus kılan Allah ne yücedir. Ne ki siz bir cenaze evinde dahi dünyevi olanı uhrevi olana tercih eden gafiller taifesi, Azrail’in soğuk parmak uçları şamdanlarınıza temas ettiğinde zabun olana zebani hışmını anlarsınız. Sırat ki çelik ağlar yerine kalbinizle cennet arasına gerili ihlastan yapılma ince kement. Ya Medet! Enbiyanın düşlerine bakan kehribar yüzlü taifenin çocukları Batı kapısında kaybolalı beri, ilahi ayetler azaba dönüştü kalplerinde. Ve zaten yeryüzüne fırlatılan insanın yabancısı olduğu bu dünya dergahında insana kalan, Adem’den kalma tevbe idi. O da nisyana düştü.
Hafızası şeytanlarca istila edilen insanın “doğru”dan anladığı şehvetle mukim bir dünya. Bu dünyada ikamet eden haramiler güruhu lam ile elif arasında Arasat’a değin gereksiz bir cehde kurban.
Her daim günaha bakan ile sevaba karşı nankör nakkaş yanınız ezberinde tuttuğu üç-beş duyarlıkla Allah’ı ve Cenneti kendine ram edecek sanıyor.
Oysa ki hulkiyetin sihrini nefsinde saklı tutan Yüce Kudret, sizi bile hala ben-i ademden sayıyor, hesabını görmek üzere. Lal olsa her yanınız, Şaşkınlığınız kimseyi aldatmaya yetmez. Çünkü kimse yok bu sorgunun kenarında.
Arz ile Arş arasında deveran eden kudretin buyruğu, cesedi yerde olan beni ademin üzerinde tepinmemize gösterdiğiniz itinasızlık için, sizi şah damarınızdan asacak. O ki, ne öğüt tutarsınız ne öğüte kulak asarsınız. Enbiyanın soluğu hala bütün diriliğiyle kitaplarda kayıtlı ve aranızda yayılırken, “dünyanın lağımına tuttuğunuz boğazınız” bir tek helal lokmaya izin vermez oldu. Düştüğünüz bataklığın çirkefinden bir an olsun sıyrılıp da yüksek bir tepeden kendi siluetinize bakabilseydiniz eğer; yeryüzüne yayılan perişanlığınızı, arz-endam eden sefaletinizi, u-mutsuzluklar içinde debelenen çocuklarınızı, semtinize uğratmadan berhava ettiğiniz ilahi sözlerden dolayı enbiyanın gözyaşlarını görürdünüz. Ama sizde bunları akledecek kalp görecek göz nerede?
Siz kaybolmuş ürkek zebun taife! Hayatı günahlara bölen çağın şeytanı hışmı ellerinizde ve yüreklerinizde yaralar açıyor. Hangi gaflet olsa da sığınırsınız.
Ne ki sizi taşıyacak gafletin rayihası tütsü diye dolaştıkça aranızda çarşılarınızı sokaklarınızı ve evlerinizi istila eden hamakat ve riyakarlığın deruni sefaleti zürriyetinizin tabanına vuracak.
Ey helakını parmak uçlarında taşıyan ayna sülükleri! Mabetleri duaya kalkarken elleriniz, çocuklarınız okulların, bar(bar)ların lağımlarında birbirlerine salyalarını akıtıyorlar. Bu sizi rahatsız etmiyorsa eğer, nadasa bıraktığınız ve sonra bir türlü dönmeye fırsat bulamadığınız imanınız, Salih amellerinizin emellerinize kurban gidişi, tanımsız ve yorumsuz bir rüyaya düşmeniz de mi bir şey kılmaz sizi?

Ne ki ahvalinize ilişkin derleyeceğimiz her söz hava(n)da kalacaktır. Çünkü yorumu olmayan düşün, kameti ve istikameti olmaz.
Şimdi kalkın ve tutun birbirinizin ellerini ve bağlayın birbirinizin gözlerini sırmalı aynalarla. Sonra için, gülün, oynayın. Çalım atın, sifonlarda yaşayın. Cilalı ve ketum rujlarla kaynayın. Sonra aynalarınızı gözlerinizden sıyırıp gözlerime bakın. Ve öyle kalın…
Allah’ım! Benim güzel Allah’ım! Rengimi renklerinden ayrı tut sihirbazların. Ve dağla yüreğimi doyumsuz tacirlerin acılarıyla. Ellerime bakan harami; ellerime bakmayan harami, Haram Su’dan içenlerin refahı ellerimde yaralar açıyor. Deliler Nehrinde ol(m)anın kalbi büyük olmalı.
Evet ben,
Rahatınızı ve kumandalarınızı bozmaya geldim.
Günahlarınızı sormaya geldim
Bağlarınızı çözmeye geldim
Kaybettiğiniz sırlarınızı getirdim
Kutsal Kitaplardan ayetler getirdim.
Yorucu oluyor biliyorum, görmeyi unutan gözlerinizle görmeye alışkın yorgun gözlerime bakmak. Be ağır netameli, kinayeli sözlerden ham bir zihinle anlam çıkarmak düşle gerçek arasında yaşayan tabut sakinleri için ferahlatıcı bir şey değil biliyorum.
Şimdi çekilebilirsiniz.
Bir daha ki şerhe muhtaç, incitici sözlerimden nasiplenmek üzere buyurunuz şöyle kenardan ağır kan ölebilirsiniz…

(mahmut yavuz)

-gözlerin için yazılmış bir masaldır ömrüm


Gözlerin için yazılmış bir masaldır ömrüm. Kaldır gözlerindeki demir perdeyi açılsın susam, açılsın haramilerden arta kalan taneler gibi göz bebeklerin, üç intihar sözü, üç kadın sevdim, üç kez ağrıdı gözüm, yağma biraz benim de hakkım, üç gün üç gece, kırk gün kırk gece şölenler toylar gördüm, görmedim gözlerinden daha zengin bir sofra.



Azığım yok "aşka adanmış sözler"den başka. Açılsın hayatın sırlı kitabı; duvardakiler, sandıktakiler, En'** cüzleri, karabaşlar, nedense Yuhanna tercihim dört İncil'den ziyanı yok o da açılsın, aşktan ve gözlerinden başkası değil okuduğum tüm satırlarda. Brecht mesela, Bertolt Brecht okudum yeni, tüm kitaptan bir tek satır aklımda; " Bana bir iyilik yap ve çok sevme beni."

Kendi peygamberini rahminde gizleyen çöl, Yusuf'a gebe Hacer Yusuf kendi yüreği zindanından söylesin ne söyleyecekse. Züleyha'nın hikayesi ve yırtılan gömleğin, gözlerin hikayesi miladı değilse nedir ve sonu aşkla bitmektedir. Gözle başlar ve aşkla biter tüm hikayeler. Yakub'un gözlerini açan, göz değmiş gömlekten başkası değil de nedir? Şeyh Sanan sonra, bir çeşmi siyah, dilberi Rum'dur gözlerinden şeyhin yüreğine düşen ateşin harı.


İşte böyle Sevgili! Kaldır gözlerinden demir perdeyi; ansızın, usulca, hoyratça gürültüyle ya da nasıl istersen gündüz gece farketmez, öyle gir masalıma. Gözlerinde girsinler.


Ne çok yasin, ne çok inşirah, ne çok çarmıhta İsa, ne çok üstü çizik kahkaha birikmiş kumbaramda. Kulağımda hiç modası geçmeyen Taleal Bedru annemden dinlediğim, babam altı delik çarıkların hikayesini anlatmaktan usanmadı hiçbir zaman.


Yüzgörümlüğü selamı, gözlerin alır ancak müntehir bir şairin dudaklarından. Düşleri erken çalınan çocukların masalında bir varsın bir yoksun evvel zaman içinde, sol memenin altındaki cevahir, dövüldükçe uslanmayan bir çocuk gözlerin için. Kalbim kendi masalında kendi kahraman bir gladyatördür.


Anla sevgili! Kahraman bir aşkı olmalı insanın, kahraman bir hüznü ve ağlayan bir gözü olmalı. En çok ağlamayı becerebilen bir göz gözdür ve taşan bir pınardan içilen su ab-ı hayat suyudur. Kaldır gözlerindeki demir perdeyi ve gözlerinde demir taraklarla taranmış gövdeleri, aşk ehli raks etsin, cezbeye dursun kalpleri.


Kör olsun aşığa meydan okuyan dağlar, aşka geçit vermeyen demir kör olsun.


(nevzat onmuş)

-ağıt ve raks


ben oyumu felakete veriyorum şeyda
sana dönük yanımda çengiler mat oluyor
saadet-zedelerin morga çevirdiği bir dünyada
bana alevden kostümlerle dans etmek düşüyor
ve şeyda ben oyumu felakete veriyorum


yolum uzadıkça kabaran direncimi
her düştüğüm yeri öperek bileyliyorum
kolay gele demek de nerden çıktı şeydam
gürbüz doğumlarda bir nice ananın harcandığını
imbatla gelenin kabayelle gittiğini biliyorum


senin aldanmak dediğin bana merhem oluyor
gördüm kışı zorlu geçmeyen yılın baharını da
saksıya dikme gülleri ilk güneşle soluyor
işte bu kısrak yokuşta çatladı demen için şeyda
dünyanın tüm düzlüklerine kin besliyorum.


geç bi yol, nazlı güleryüzlü şiirler yazamam ben
esenlik şölenleri bitti vakt-i cerağanda
vakt-i kahırda hüzün fasılları demidir bu dem
gör ki raksederek ağlamak da varmış hesapta
ama ne Raks'ı ne Ağıt'ı ben Endülüs'ü evetliyorum


artık bol kahkahalı çok şükürleri bıraktım
esenlik bildirilerini harcıalem mutlulukları
denizi uslu gösteren kartpostalları yaktım
fakat şeydam bir avuç külü yakamadığım için
ben oyumu felakete veriyorum.

Mustafa İslamoğlu

-özgür dur, kalbin genişlesin


-felluce

Biz bu bayramda vurulduk
Kocaman bir bomba düştü üzerimize
Ben 12 yaşindaydım, kardeşim 7…
Ben görmedim, annem çok ağlamış biz ölünce
İkimizin de küçücük elleri vartdı, bulamadılar, yoksa mutlaka bırakırlardı kabrimize
Biz bu bayramda vurulduk…
Küçücük bir kurşun değdi yüreğimize, meğer ölmek ne kadar da kolaymış bir şeymiş…
Amerikalı askerler, gösterdiler hepimize…
Yine de bir sevinç var içimizde…
Biz öleceğiz ve daha güzel olacak dünya…
Biz öleceğiz ve daha güzel olacak dünya…
Yoksa siz duyarsız müslümanlar, döner miydiniz sırtınızı bize…
Biz bu bayramda öldürüldük, yanlışlıkla bir tankın paletleri geçti üzerimizden…
Mutlaka seyretmişsinizdir, toprağa bulanan cesetlerimizdi onlar…
Belki haber bültenlerinde de görmüşsünüzdür.
Ben koşuyordum…
Kardeşimin ayağı takıldı, onu kaldırmak istemiştim yerden, görmediler, gözleri yok ki tankların…
Biz bu bayramda bomba ve kurşu yedik.
Öyle can verdi bedenlerimiz…
Yoksa öldürmezlerdi bizi.
Yok, o kadarda cani olamazlar öyle değil mi?
Gıyabımızda cenaze namazımızı kılsaydınız isterdik.
Yaşarken zaten yanımızda değildiniz!
Ama yine de mutluyuz…
Biz bu bayramda babamızın elinden tutup bayram namazına gidemedik.
Ezanı da duyamadık hiçbirimiz, şimdi bir ezan olup dolaşmak vardı uykularınızın üzerinde…
Ama yine de ulaşamadı sesimiz, çünkü bütün minareleri yıktılar.
Bir de müezzinler çağırırken sizi, ROCK müzikle dans ediyordu Amerikan askerleri…
Siz bayram ederken biz…, Sonsuz bir uykuda bombaların sesini dinledik…
Ruhumuz sessizce göğe yükselirken, bir o kadar da sessizdi bedenlerimiz.
Bu bayramda biz, liderlerin kınadığı, operasyonların isimsiz kurbanları ve her zamanki gibi İslam aleminin adını saygıyla andığı Şehitlerdik hepimiz…
Biz bu bayramda namert bir pusuya düşürüldük…
Evde bekleyenimiz kalmamıştı ve kesmiştik ümidi kardeşlerimizden…
Hayatla ölüm arasındaki o ince çizgide bir hayal olup kayboldu zayıf bedenlerimiz…
Şimdi bir bayram daha yaklaşıyor…
Allah'a adadığınız kurban niyetine binlerce kurban olduk…
Biz bu bayramda tam kalbimizden vurulduk…
Ruhlarınızı kaplayan ve gittikçe dünyaya yayılan büyük bir utancın karanlığında elveda dedik hayata…
Siz mutlu olun yeter ki; ellerinizde vahşeti kınayan üç beş pankart ve yanımızda utancınızla dönen bunca dolaba ve yapılan denge hesaplarına nasıl dur diyebilirsiniz ki…
Yanlızlığınız ve çaresizliğiniz bizim yanlızlıklarımızla birlikte kaybolacak…
Şimdi üzelmeyin…
Hayalet öfke, hayalet insan…
Hepiniz üzüldünüz halimize elbette ve kederle yaktığınız bir Amerikan sigarasını, derin derin içinize çektiğiniz dumanında kayboldu yüzleriniz…
Aslında siz bizi hiç görmediniz…
Ene (ben) Zeynep,
Ene (ben) Fatma,
Ene (ben) Ayşe,
Ene (ben) Irak,
Ene (ben) Felluce,
Ene (ben) Felluce...

-çiçekli şiirler yazmak istiyorum bayım


"Zenciler prensesi olacağım.
Hayat işte asıl o zaman başlayacak"
Pippi Uzunçorap


Çiçekli şiirler yazmama kızıyorsunuz bayım
Bilmiyorsunuz. Darmadağın gövdemi
Çiçekli perdelerin arkasında saklıyorum.
Karanlıkta oturuyorum. Işıkları yakmıyorum.
Çalar saat zembereği boşalana kadar çalıyor
Acı veren bir sevişmeyi hatırlıyorum.
Bir bıçağın gereksiz yere parlaması bu.
Yıllardır kendini bulutlarda saklayan illegal bir yağmurum.
Bir yağsam pahalıya malolacağım.
Ben bir bodrum kat kızıyım bayım
Yalnızlıktan başka imparator tanımaz bodrumum
Bir süredir plastik vazolar gibi hiç kırılmıyorum
Fakat korkuyorum. Birazdan da
Kırk üç numara ayakkabılarınızla
Bahçede oynayan çocukların üstüne basacaksınız
Bu iyi olmaz bayım!

"Gün akşam oldu" diyorum
Ekmek kırıntıları atıyorum kuşlara
Cam kırıkları yiyorlar
Rüyamda; bir kâse dolusu suyun içinde
Rengârenk yap-boz parçacıkları
Anlatmak istiyorum, dinlemiyorsunuz.
Hayır, sanırım sabahı bekleyemem
Bilmiyorum.
İnsanlar rüyalarını acilen anlatmalı.

On dört yaşındaydı ruhum bayım
Bir mermer masanın soğukluğunda yaşlandı.
Protez bacaklar taktılar ruhuma ince ve beyaz
Gıcırdaya gıcırdaya dolaştım şehri
Protez bacaklarıma bile ıslık çaldılar
O ara içimde çiçeklerden oluşmuş
bir silahsız kuvvet ablukaya alındı
Sinemalarda da "organzm gıcırtıları" oynuyordu.
Kaçmaya çalıştım. Olmadı.
Bu nedenle, çiçekli şiirler yazmayı
Ruhum açısından faydalı buluyorum bayım.
Neyse işte
Ben her filmi hatırlarım
Sinemaların hiç bitmeyen gecesine sığındığım çok oldu.
"Sofi'nin tercihini" seyrederken çok ağlamıştım.
Öpüşen Guramilerle ilgili bir film yapsalar
Onu da mutlaka hatırlardım.
İnsan içinde çevrilen bir çıkrığın sesini unutur mu?
Hem sonra ben hatırlamaya alışkınım
Bir "eşya toplayıcısıyım" bayım.

Büyük gemiler de yok artık bayım
Büyük yelkenler de
Büyük kâğıtlar yakmak istiyor şimdi canım.
İşte az önce bir karabatak daldı suya
Bir süredir kayıp
Dünyayı yutmuş olarak çıksa da ortaya
Ölüm çok iri bir sözcük değil bayım.
Kasımpatları kadar acı kokuyorum biliyorum.
Ama siz sobada sucuklu yumurta pişirip yiyen
Yoksul bir aşkın güzelliğini bilir misiniz?
Bir gül, bir güle derdi ki görse
Yalan söylüyorum
Güller bu sıra hiç konuşmuyor bayım.

didem madak

-aşk benim


Aşklarına demet demet çiçekler alan erkeklerden değilim. Nezaket denen şeyi öğreten okulları da okumadım. Okusam da, okuduğum okullarda bunları kimse konu etmedi. Her sıraya diziliş ve parmak kaldırışlar gerilerde olduğumu izlediğim kaderler oldu. Okul piyeslerindeki güzel çocuklardan olmadığımı anamın örtüsüne yordum. Babamın ellerindeki nasırlar, bulgur pilavını önemseyen sözlerini her gün dinlerken, ekmeğin insandan daha kıymetli olduğunu yediğim dayaklarla anladım. Sevmek mi? Kavruk tenime yakışmayan siyah önlük gibiydi...
Sınıf kitaplığından aldığım kitaptan; idama giden Rüstem’in öyküsünü okurken anamın söylenmelerinin ne çok doğru olduğunu çocuk yaşımla anladım. O zamanlar modern psikoloji ders müfredatlarına girmemişti ve çocuklar Türk büyükleri tarafından dövülebilirdi. Polisler amca değil tam teşekküllü mahalle külhanbeyleriydiler. Bir Allah’tan bir de onlardan korkardık, ekmek getiren babam sayesinde...
Aşklara tutulmak vardı çocukça yüreklerimizde. Aşklarımızın kimler olduğunun önemi yoktu. Bize benzemesinler yeterdi. Ne kadar çoksalar o kadar da severdik. Birinin diğerinden, diğerinin birinden farkını göremeyecek kadar uzaktık o hayatlara....Kendiliğinden geçip giderlerdi soğuk algınlıklarımız gibi. Halkımızın kahramanı halka edebiyat olur; yüreklerimiz Karacaoğlan gibi nerde güzel görse orada kalırdı...
Dedem konuşurdu. Babam konuşurdu. Anam konuşurdu. Ben konuşmaya başladığımda yaşım otuzdu. Süleyman Demirel hala konuşuyordu. Yıllardır koltuğa yakıştığı için ona oy veren babamın konuşmalarının yanlış olduğunu anlamam için televizyonumuzun siyah- beyaz teknolojisinden kurtulması gerekiyordu. Bir işim olduğunda, Anamas hikayesindeki idamlık Rüstem gibi değildim ama kaşım gözümle benzediğim anama babama ve bizleri döven polislere benziyordum: Kumaş pantolon giyiyor, saçlarımı kısa kesiyor ve cebimde kelebek taşıyordum.
Hayatın zor, ona tutunmanın kadın ve çocuk demek olduğunun öğretildiği bir evden senin gibi kırmızı kurdeleleri olan bir kızı sevmek büyütülmüş çocukluğumda anlamsızdı. Hayat bilgisi kitaplarındaki aile fotoğraflarına sen yakışıyordun da bizlerden hiçbiri yakışmıyordu. Aşkta buydu işte... Senin o karelere girerken bizlerin dışarıda kalması...Dışarıda kalanlar bizlere yakışanlardı. Mahallemizden, köyümüzden ve akrabalarımızdan kızlar...Benim babama benzediğim gibi onlarda anama benzerlerdi.
Askere gidecek yaşa kadar anamdan başka bir kadının karşısında kaşık tutmamıştım. Ne zordu yabancı bir kadının karşısında olmak... Sol elimle tuttuğum ekmeğin tokatla elimden alındığı bir sofradan, sol elimle yemenin görgü olduğu bir masada olmak ve ellerimin büyüdükçe büyümesi... Kafka’nın Değişim’ini neden sevdiğimi anlamam, aşkın tanımlanışıydı işte.
Aşk her zaman için aşktır bizler için. Öteki mahallerdeki özendiğimiz hayatlardır. Bizlere yakışmayan hayatlar. Soğan sarımsak kokmayan evler, adını bile bilmediğimiz egzotik meyvelerin yendiği mutfaklar ve bacasından kömür kokmayan evlerin balkonlarında içilen ikindi çaylarıdır. Bu evlere her yiyecek çuvalı ile giremeyecek kadar değersiz ve bu evlerde bedene uygun elbiselere para verilecek kadar insanları değerlidir.
Tanrının teselli olduğunun ve aşkların açıklayıcısı olduğunun öğretildiği bizler için Leyla’nın sevdalısı Mecnun, Mecnu’nun yeri göklerdir. Deliliktir aşk...Parasızlık ve yarın korkusu kıstırırken bütün varlığımızı, hiçbir aşk bizleri ahlaksız yapamazdı. Bir kadının bileğine şiir yazacak kadar kapıldığımız sevdalarımız, yarınlara kalmayacak önemsiz hevesler oldular.
Aşk, okul önlerinde satılan tatlıları, ekmeklerine katık yapanların en iyi bildiği yürek mavilikleridir. İçlerimizdeki coşkuyu sıralara, defter ve kitap sayfalarına şifrelerle sonsuzlaştırdığımız melankolik saflıklarımızdır. Kırk yılın başı çalan telefonlarımızda ki bekleyişlerimizdir. Ellerini öptüklerimizin bizlere hiçbir zaman yakıştıramadığı uzaklıklardır.
Aşk Sensin...

okan şahin

-yürek yorulunca


Tüm patavatsızlıklar yerin dibine girsin…


Hiçbir şey gönlümde büyüttüğüm kadar saf değil. Hiçbir şey senin kadar masum değil içimde ki çocuk. Kim demiş sadece dumanlı dağlara kar yağar diye. Tüm karlar gönlüme yağar asıl. Ardından buzullar oluşur eteklerimde. İlmek ilmek dokunur damarlarıma simsiyah sözcükler. Her kelime dağ olur gönlümde.

Her kar tanesi bir aşk türküsü… Notaları yoktur bu türkünün. Bu türkünün notaları ikinci cemre düşende gönle, yeniden bestelenir.
‘’Aşk ebruli bir tebessümdür kalbime.’’



Sonrası mı ?
Koyu bir sessizlik.
Ardı sıra bir yıldız kayması…
Yürek patlaması.
Suskunluğumun kıyametidir bu an. Tüm mahşerler gözlerimde… Asi iç çekişler kapıları çarpan ellerimde… Ve ah’lar yumruğumu vurduğum masalarda, cam kırıklarında…
Sen asi gecelerin berfin’i! Aşkı ne sandın kırmızı bir gül mü? Bilemedin.
Aşk kurumuş bir güldür, gitmekle kalmak arasında ki şeydir. Dur. Hemen korkma. Unutma ki gökyüzünün en parlak yıldızı hala orada. Ve aşk gönlünde hala dipdiri…
Tüm sırlı yıldızların adları bende saklı. Yeryüzünün tüm denizlerine düşen yakamozlar benim gözlerimde ışıldar. Bir ben bilirim suskunluğumun tarihini. Her gece bir ben dokunurum gökyüzünün en parlak yıldızına. Ve her sabah güneşin kaskatı kaldırımlara cansız düştüğünü bir ben görürüm.
Şimdi aşk kimsesiz bir çocuğun gözleri kadar yalnız yüreğimde… Sen olmasan ne anlamı kalır göğün? Tüm aşk eşkıyalarının yüreklerini sonsuza dek kelepçelesek aşk terörden kurtulur mu? Kurtarmaya yeter mi bu aşkı?
Kelebekler kanatsız kalınca ve sevda yorulunca yüreğimi ellerimin arasına alıp gidiyorum işte.
Bu şehir gelince aklıma hatırladığım hiç bir şey olmamalı.
Güneşe yürümek gibi bir şey bu şehri terk etmek fikri… Şimdi konuşurken, aşk karanlığın ortasında intiharı bekliyor.
Ve kar yağıyor…
Artık her kar tanesi borandır, fırtınadır. Çığ düşünce beklentilerime aşkımın kıvrımları kana bulandı. Aşkımın böğrüne kara bir hançer saplandı. Adamakıllı sendeledi aşk. Adamakıllı afalladı.
Sen sadece göktaşlarını düşürmeye ve aşkı ağlatmaya mı yararsın? Gözlerimde ateşten zehir taşıyorum. Aşkı öldürenleri de öldüreyim diye… Lakin acının hilali düşer gönlüme, acırım…
Bu aşk neden hep böyle haleli…
Bazen hasretler olabildiğince zirveye çıkar. Gözyaşlarıysa kuytularda gizlenir. O vakit dünya kadar yıldız düşse önüme ben yine kendi yıldızımı isterim. Bunu adına ne denir, bilmem. Ama aşk ağrır ellerimde.





Bu gece kar yağıyor, alarm veriyor şehrin karanlıkları.
Ölümse olanca esmerliğiyle duruyor kalbimde.
Ellerim, ellerim ve gözlerim yanıyor. Yüz binlerce melek saçlarıma tane tane düşüyor. Şehir serseri edasıyla sabahı bekliyor. Bense kar tanelerinin aşka kaval çalışını.

Gece biter.
Yıldızlar söner.
Türküler, tanığı sevdamın…

. şubat
. akşam
. soğuk

AYŞE EYYÜPKOCA

-hala aklımdasın


BİR ÜNİVERSİTENİN BİR FAKÜLTESİNİN B BLOK A GİRİŞ KAPISINDA GECE GÜNDÜZ NÖBET TUTAN KIVIRCIK SAÇLI KADIN POLİS

HALA AKLIMDASIN

.
.
.

işte yine ordaydı... kahretsin... yine gelmişti sabah sabah, yine aynıydı...
önce bir kaç küçük dağ yaratır, sonra gelip kurulurdu döner sandalyesine. belinde taşıdığı metali saygıyla çıkarır, önce okşar, sonra koklar, sonra saygıyla bırakırdı masasının üstüne...
kullanmayı bilmediği anlaşılmasın diye belki,arada yoklar, alır eline evirir çevirir, alelade bir aletmiş gibi inceler, bırakırdı tekrar yerine. Kemerini gevşetir, ayakkabılarının bağlarını çözer, kelepçesine uzanır gibi yapar, elini dokunur, çıkan sesi dinler, kendine güvenini tazeler, büyür büyür, kocaman olurdu sandalyesinde… akşama kadar sürecek olan oturma ve çay içme mesaisine besmelesiz başlar, besmeleyi kapıdan içeri sokmazdı….

ilginçtir, gün içinde üç yüz kelimeyle konuşur, ekonomi muhabbetine “endeks ne oldu bugün”, futbol muhabbetine “feneri kim yener ki”, siyaset muhabbetine “hep bu cahil halk yüzünden” diye iştirak ederdi, fazlasına aklı yetmez, dili dönmezdi.şuh kahkahalarıyla destekler desteksiz palavralarını, kızarmak nedir bilmezdi….
ama ne zaman önünden geçsem, Nichetse açar önüne, Che'den sayfalar çevirir, satırlara gömülür çıkamaz, sayfayı çevirip kaçmak suretiyle kurtulurdu satırlardan...
ve ne zaman arkamı dönsem, atıp kitabı metalin yanına, tırnaklarını törpüleyip üflemeye başlardı.
törpülerdi, üflerdi. törpülerdi, üflerdi. en keskin halini buluncaya kadar devam ederdi.. saç telleri vardı tırnaklarının arasına, ne yapsa, temizlenmez, eski haline gelmezdi...
ve o saçları sağdan sola atışı... o saçları bir an rahat bırakmaz, sağdan sola soldan sağa evirir çevirir, yüz kez dünya turuna çıkarır, kendi etrafında döndükten sonra mekana park eder, elleriyle düzler, düzler, dümdüz ederdi. sandığı gibi kimse onunla ilgilenmese de, o, alemin karşısında en büyük elbisesini giyer, kaskını en sağlamından seçer, alem önünde dize gelir, diz çökerdi. alem eğilir, eğilir, kalkmasına izin vermezdi...

kıvırcıktı inadına saçları, biçimsiz mi biçimsiz, ne kadar uğraşırsa uğraşsın, bir türlü istediği şekle girmezdi. Son model telefonu çıkarır arada, kendi kendine çaldırır, kendi kendiyle konuşur, kendini dinlerdi, kimse ilgilenmezdi.

Öğlenleri form bisküvi masanın üstünde, hamburger masanın üstünde, nefessiz, ikisini birden yerdi. İtiyci. Soğuktu… keskin bakar, keskin kızardı, hem öylesine kırardı ki, bir daha bir araya gelmeyecek parçalara ayırırdı küçücük kızların kalplerini… tehditkar duruşunun altında nefretle kuşanmış kalbi, cebinde yönetmeliklerden bir demet, görevini en iyi o yapardı (!)

ön kapıyı güzel tutardı, su sızdırmazdı. Arka kapıları kanatlarıyla kapatır, karşı bloktaki kapılara laf atardı. Dedik ya, görevini en iyi o yapardı. Açardı kollarını, duvar olurdu küçük kızlara kapılar, kızlar susar, başlarını eğer, çoğu kendini soyunur öyle girerdi içeri, bir kısmı geri kaçardı. Görevini en iyi o yapardı.

o şehrin küçük kızlarıysa...
her sabah aynı şekilde giyinip, aynı kararlılıkla çıkıp evden, aynı köşeye kadar gelirlerdi.
dim dik başları aynı köşede bükülür, bitkin uzanır köşeden, yenik doğrulurdu . bakışları düşerdi yere, başlar yere düşerdi. elleri terlerdi kızların, kalpleri çarpmaktan yorgun düşerdi, cesaretlerini yoklar, yoklamadan eksik çıkar, sınıfta kalırlardı her sabah… her sabah..


o şehirde küçük kızlar, kabusla uyanırlardı uykularından…
okula değil, “savaşa niyet” çıkarlardı kapılarından. Besmele kuşanırlardı dillerine, aynı kahrolası köşede, günü birlik ümitlerini toprağa eker, kıvırcık saçlı, kıvırcık beyinli kadın polisin önünden yarım suret geçerlerdi. O şehirde kızlar kendilerinden bir parça bırakmazlardı kadın polisin önüne. Kendilerini bırakır, kendilerinden sadece bir parçayla ürkek sokulurlardı, “öğrenmeye”…

ve yıllar sonra bugün dahi, o kıvırcık saçlı kadın girer rüyalarına. Yeşil giyinir, yeşil başlı dev kesilir.
Kızıl giyinir, dudaklarından kırmızı salyalar akıta akıta kızların yüreğini didik didik eder.
Siyah üniformasının içinde simsiyah olur kimi zaman, dudakları mosmor kesilir, aynı soğuk çığlığı haykırır köşe başında bekleyen küçük kızlara…
- çıkarrrrrr

o şehirde kızlar...
o şehirde kıvırcık saçlı kadın polis...
ikisinin derdide HALA aynı...


bahar emir

-giden değil kalandır terkeden


kimdi kimdi kalan
giden mi suçludur herzaman?
ne zaman başlar ayrılıklar
dostluklar biter ne zaman

her geçen gün bir parça daha
aldı götürdü bizden
aynı kalmıyordu hiçbir şey
değişiyordu herşey
kendiliğinden

artık çözülmüştü ellerimiz
artık bölünmüştü yüreğimiz
birimiz söylemeliydi bunu
ötekini incitmeden

kimdi giden kimdi kalan
aslında giden değil
kalandır terkeden
giden de
bu yüzden gitmiştir zaten

murathan mungan

-söz dardayken


bilirim yüzüm yüzünde güler ancak
ellerim ellerinde doyar açlığına
güz düştü aramıza bir arama vakti
sevincim sana kalsın, özlemin bana

reva değil tek yaşamak bunca aşkı
biliyorum buluşmasak büyürüm yine
eksilmeden taşıyabilirim uzakları
bağırmak reva değil söz dardayken

düşün!
tomurcuksun, dalda ince bir bahar
konuşursan söz olur aşka intihar
kanatarak dudaklarımızı bir zaman
susacağız sevmek öyledir diye yar
BAĞIRMAK REVA DEĞİL SÖZ DARDAYKEN
susacağız! dilde ince bir can var

fadıl öztürk

-bizim üstümüze de yağmur yağsın


Şirketten çıkana kadar her şey normaldi.

Hafif bir kahvaltıyla orucumu açmış, çayımı sigaramı da içmiştim ardından. Kalan işleri de toparlamış ve Emre'nin telefonla, "İş çıkışı alabilir misin?" dediği kitabı aramak işin dışarı çıkmıştım.

Sokağa adım atar atmaz başladı kâbus.

Caddede her tarafa asılmış dev ekran televizyonlarda akşam haberleri yayınlanıyordu:

"... Amerika, Felluce'de tamamen sivilleri hedef alan ve sizlerin haberlerde gördüğünüzden çok daha şiddetli bir intikam savaşı yürütüyor. Amerikalılar sadece kentin batı bölgesinde hakim. Orayı da saldırıların ilk günü ele geçirdiler. Cavlan, En-Nezar, eş-Şüheda ve Endüstri bölgelerine giremediler. Ele geçirdikleri bölgedeki bütün evleri, apartmanları ve camileri havaya uçurdular. Kayıpların yüzde 90'ından fazlasını siviller oluşturuyor."

Yüzlerce insan üstüme doğru gelmeye başladı. Bir o kadarı da beni önüne katarak sürüklüyordu. Kocaman bir hapishane avlusundaydık ve volta atıyorduk sanki. Gerçi "racon" a uymuyordu kimse, birbirlerinin "volta" larını kesip duruyorlardı, ama bu kalabalıkta normaldi herhalde. Ellerinde tespih de yoktu ve kahkahalarla gülüyorlardı.

Televizyonlarla kalabalığın sesi birbirine karışıyordu:

"... Ölenlerin cesetleri toplu mezarlara gömülüyor. Amerika'nın ve sözde Irak ordusunun kayıpları, açıkladıklarından kat kat fazla. Bu nedenle Medyanın Felluce'ye girmesine izin vermiyorlar. "Allavi askerleri" ele geçirilen bölgede yağma yapıyor. Taşıyabildikleri her şeyi alıp arabalara Yükleyip Felluce dışına çıkardılar."

Lokantalar tıka basa doluydu. Besmeleler, duâlar eşliğinde hâlâ yemek yiyordu insanlar. Onlar da gülüyordu. Camın hemen kenarında oturan adama ilişti gözüm bir an; tabağındaki eti kesmeye çalışıyordu bıçakla. Kesti ve ağzına attı lokmayı. Biraz çiğnedikten sonra ağzından çıkardığı "şey"i masanın ortasındaki tabağa bıraktı. Tabakta kurşun doluydu. Herkes gülüyor söylüyor ve yiyordu. Sürüklenmemek için lokantanın önündeki aydınlatma direğine yapışmıştım. Diğer masalar baktım tek tek. İnsan parçaları taşıyordu önlerindeki tabaklardan. Her masada bir kurşun kabı vardı ve ağzına kadar doluydu hepsi.

"... Harabeye dönen kentte trajedi yaşanıyor. Sokaklarda çok sayıda ceset var. Köpekler cesetleri yiyor. Dün ve önceki gün ABD keskin nişancıları tarafından öldürülen çocukların cesetleri hâlâ sokakta. Köpekler tarafından oradan oraya sürükleniyorlar. Ne aileleri ne de direnişçiler, keskin nişancılar nedeniyle cesetleri toplayamıyor. Amerikan güçleri binaları içindekilerle birlikte ateşe veriyor..."

Bağırıyordum ama kendim bile duymuyordum sesimi. Kalabalık daha çok gülüyordu. Ellerindeki torbalarda cesetler taşıyorlardı. Torbalardan sızan kan kaldırımdan oluk oluk akıyordu. Üstüne basıp geçiyorlardı.

Görmemek için ellerimle yüzümü kapattığım an yeniden önlerine kattılar beni. Kalabalıkla birlikte bir giyim mağazasına sürüklendim. İçerisi kalabalıktan sıcaktı; yapış yapış olduğumu hissettim bir anda. Askılardaki giysiler havada uçuşuyor, kapanın elinde kalıyor, bazıları çekiştirilmekten lime lime oluyor ama kalabalıktan yere düşemiyordu. Bu hengâmeden en fazla nasibini alan çocuklardı. Yere düşen kayboluyor, üstüne basıp geçiyorlardı.

"... Amerikan keskin nişancıları, kentin batı kesimindeki Tartar Caddesi'nde ve Fırat Nehri kıyısındaki yüksek binalarda yedi noktada pozisyon aldı. Onlarca keskin nişancı içme suyu ve yiyecek temin etmek için dışarı çıkan herkese ateş açıyor. Sokaklarda parçalanmış cesetler var. İnsanlar yakınlarını toprağa veremiyor. Bazıları keskin nişancılar nedeniyle cesetleri evlerinin içine gömüyor."

İçeride sağa sola savrulurken gözüme ilişen kasayla vitrin camı arasındaki açıklığa atıverdim kendimi bir anda. Derin bir soluk aldım. Yaşadığımın ne olduğunu anlamaya çalıştım. Rüyâ ya da kâbus olamazdı, ezilen ayaklarım hâlâ acıyordu çünkü. Anlaşılmaz uğultunun arasından televizyonun sesi duyuluyordu:

"... Felluce'den kaçan mültecilerin El Amiriye'deki kampının güvenliğinden sorumlu olan 60 yaşındaki Ebu Leys'in İslam-Online adlı haber sitesine yazdığı ifade aynen şöyle: Saldırının üçüncü günü Amerikan uçakları birkaç kez Felluce'ye kimyasal silah ve toz attılar. Ancak Allah'ın takdiri yağmur başladı ve bu zehirleri etkisiz hale getirdi. Bağdat'taki doktorlar, Felluce'den yaralı gelip ölenlerin bedenlerinde kimyasal silah izleri olduğunu belirterek, bütün dünyayı bunu görmeye çağırdılar. Haberlerimiz şimdilik bu kadar sayın izleyiciler. Tüm İslâm âleminin yarın başlayacak olan mübarek ramazan bayramını kutlarız. On dokuz ana haber bülteninde görüşmek üzere hoşçakalın."

Artık boşanmıştım göz yaşlarımı tutamıyordum. "Yağmur yağsın" dedim, "Bizim üstümüze de yağmur yağsın."

Yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın Yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın Yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın Yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın Yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın yağmur yağsın ...

Yağmadı.



ÜMRAN DAVRAN

-dünyada olmak acıdır.öğrendim


Yeryüzündeki tüm kızıl taşlara
Tanrının kanı sürülmüştür.
Bu yüzden kızıl taşlar
Çocukluğumuzu öğretir.
Tanrı, biz çocukken,
Yanımızda dolaşır.
Küpemize dokunur
Ve kolyemize.
Pabuçlarımıza ve kurdelamızın
Kızçocuk olmak kıvrımına girer
Saklanır.

Kızıl bir elbise ve yatak almalıyım,
Kızıl bir yüzük,
Ve lamba.
O zaman olmalı ki,
Annenin zamanı başlar ve tükenir.

Beklemeyi bilen kan,
Taş olmayı da bilir.
Dünyada olmak acıdır. Öğrendim.

Kızıl karanlık
Mavi karanlık
Ve başlangıç
Bir anlamı olmalı ki bunların,
Bırakmaz bizi annemiz ve tanrımız.

bejan matur

-yak gitsin


Gümüş renkli sabahlara uyandığında ince bir hasret uçuşmuyorsa gözlerinde,
bu benimdir diye balabileceğin bir yüz yoksa aynalarda,
ayaklarından cesaret, yüreğinden merhamet akmıyorsa yollara
ve ne olmuşsa bir şekilde bir yerlerinde hayatın
yaşadım dediğin ne varsa unut gitsin,
sen bir kalbe sığamazken sığmayacaksa dünya sana,
sat gitsin benim dediğin ne varsa!
Her yenilenişte eksiliyorsa adres defterinde isimler
o defteri yırt gitsin!
Yık gitsin, yaptığın her kapı kapanıyorsa yüzüne,
sırıtkan bir duruşun olsun şehrin karşısında
unutma Ebu Zer'i, Selman'ı, Bilal'i ve Umeyr'i.
unutma, hiçbir şehrin paçalar sıvanmadan geçilmeyeceğini
varsın kopuğun biri desinler sana,
varsın vaadkar bulmasın seni yarınlarına leylalar.
şehri kanalizasyonlara
Leyla'yı kendi yanlızlığına göm gitsin!
Aşklarını satarak, yeminlerini yiyerek büyüyenlerce kovulup dokuz köyden,
sana Taif olmayacak onuncuya itildiysen,
aşka ihanet etmeyen Neron'un hatrına
onuncu köyü yak gitsin!

Muhammed Varol Öztürk

-sen daha başından


Sen kollarıma asla gelmemiş sevgili,
sen yitirilmiş olan daha başından,
senin hangi şarkılar gider hoşuna
hiç öğrenemedim. Vaz geçtim ben seni
gelecek anın kabaran dalgaları içinde
tanımaya çabalamaktan. İçimdeki
tüm uçsuz bucaksız imgeler - - çok uzaktaki
derinliğine hissedilen peyzaj,
şehirler, kuleler, köprüler ve patikaların tahmin-
edimedik dönemeçleri
ve şu bir vakitler nabzı tanrıların hayatıyla atan
kudretli topraklar - -
tümü, beni her zaman atlatan seni
anlamlandırmak için içimden yükselirler.

Sen, sevgili, daima hasretle seyrettiğim
bahçelersin sen. Bir kır evinde
açık bir pencere - -, ve sen daha yeni
atmışsın adımını dışarı, dalgın düşünceli
karşılamak için beni. Rast gele geçtiğim sokaklar, - -
sen onlarda az önce yürümüş ve gözden kaybolmuşsun.
Ve bazen, bir dükkanda, aynalar hala sersemlemiş
olurlardı senin orada bulunmuş olmandan, irkilmiş
geri verirlerdi benim çok ani hayalimi.KİM BİLİR? BELKİ DE

AYNI KUŞ YANKILANIYORDU İÇİMİZDEN İKİMİZİN DE

AYRI AYRI, DÜN AKŞAM.



Rainer Maria Rilke

-yokum, ben yokum


ah sen...
hangi ülkenin kızısın..
çocukluğumun yırtık resimleri...
yüzümü yapıştırıyorlar ellerime...
bir gün uzak kentlere gittin..
ah sen...
hangi kızın ülkesisin..

k/ovuluyorum geceleri baş ucumda bir kaç cin tarafından...
ne olur diyorum benden üç şey istemeyin..

ayaklarım ağrıyor...
her sabah asfalt kusuyorum avuç dışlarıma...
benimle boşanır mısın diyorum aşık olduğum sesime..
sesim boşanıyor şah damarımdan...
bu kadar yakınlık çıldırtıyor beni...


uzun uzun kısa cümleler kuru(tu)yorum...
kül tablaları söndürüyorum parmak uçlarımda...
birileri ağzıma kapanıyor üç rekat...
dudaklarımda ayinler dolaştırıyorum ;kendimi inkar ettiğim bir din arıyorum...
yokum ben yokum ben yokum ben:amin!

yüzümde yüzlerce yüzülmüş yüzler...
binler...
inler...
oymaktan bıkmadım (mı) benzimi..
nabzım atıyor beni bileklerimden aşağı...
yalvarıyorum ellerime...
beni buralarda bırakmayın..
birbirini kırıyor parmaklarım...


beni neden yar/attın?...neden?


ah sen hangi ülkenin kızısın..
bütün ülkeler yandı işte...


gizli gizli beraber oluyorum kendimle...
geceler yeterince karanlık değil...
hemen sabah oluyor...
sabahlar yeterince yeterli değil...
sonra akşam oluyor...
saçlarımı bağlamıştım derin kederlerle...
başımdan aşağı kuyu sarkıttım...
hala çakılmadı zeminlerime sular...
evet kimse biat etmesin sulara...

birileri yardım etmeli bana..
duvarlarla çevrili olmayan bir zindan bu..
ah irfan..
ben yükselmek istemiyor(muy)um ki!!
kalbim peri:şan!


nasır tutmuş br çocuklukla büyüdüm evimizin bahçesinde...
hiç bir çocuk beni oyunlarına almadı..
ben de taş attım kendime..
bana gittiğin ülkelerin dilini öğretesin diye dilimi kesip verdim sana..
sen kuşlar didiklesin diye
(yoksa günah olmasın diye mi?)
kaldırıp bir duvar üzerine koydun..
artık hiç bir kuş konmuyor gökyüzüne,gökgözüne,göksözüne farkında mısın?

mayın döşedim ben de alnıma..
söyle artık neye secde etmeliyim?...
mesela gitmeden önce..
alnımdan bir kere öpsene beni?!

nerdesin..
bak bana kullanmam için sözcük veriyor
suratının ortasında kirli bir tandır alevi taşıyan...
yanlışlıkla büyüdüm farkında bile değildim
biri doğdu dediler koştum..
soluk, soluğa indim bütüm bütün yokuş yukarıları..

kendimle karşılaşacağımı mı sanıyordum?
avuçlarıma verildim..
en son gözlerime baktığımda kör olmuştum..
içim yarılsada yer içime girse!!!ah utanıyorum herkesten...
bu kadar çıplaklık ağır omuzlarıma..
sanki bütün dinler bana inmiş gibi..


bırak beni..git ülkene...dilim kalsın duvar diplerinde...

ah beni neden yar/attın?

yokumbenyokumbenyokumben...

-kadir bal-

dünya bizim


-özgürlük korkusu


-hiç

-biz aslında susarken konuşuruz...




1-pamuk toplayan ve okula alınmayan kızlar.

2-kadın haklarını savunan asil kadınlar.

3-uçurum.

4-tut beni anne, tut aklımı.Allah ım tut ellerimi.

aklında olsun anne, yalnızdım.

2 Temmuz 2008 Çarşamba

-yolcu dergisi/41



değince gözlerimiz birbirine okuduğumuzu anlardık.

-yolcu dergisi/40



herkes değilsin