22 Eylül 2008 Pazartesi

17 Eylül 2008 Çarşamba

-özgürlük korkusu


dokun


hiç


*bir düşüm var


**deli sözler/5


--sen yoksan kimse yoktur...ben yokum, kimse de yok.


-tek çiçekle bahar olmaz


-bir çocuğumuz olursa adı deniz olmalı.


-kendine sakla yaralarını, kimse bilmesin


-Allah'ım yağdırmadan gazabını, tut ellerimi. bir düşüm var çünkü... yoksa önce düşümü, sonra kendimi kaybederim.


-bir kadın ana olduktan sonra, mantıklı/akıllı düşünemez, sadece kalbi ile düşünür.


--beni böyle sev, seveceksen.


-kimseye etmem şikayet, ben yanarım halime.


--insan bir mültecidir, kalbinden başka sığınacak yeri yoktur.(ş.ferah)

9 Eylül 2008 Salı

**ben


8 Eylül 2008 Pazartesi

**Örtünmek, Bundan Böyle Darbe Sebebidir, Hatta...


Örtünmek, önce hakarete uğrama sebebidir.

Örtünmek, okuldan uzaklaştırma sebebidir.

Örtünmek, işinden ve aşından edilme sebebidir.

Örtünmek, kitlelerin baskı altına alınma sebebidir.

Örtünmek, partilerin kapatılma sebebidir.

Örtünmek, hükümetlerin yıkılma sebebidir.

Ve örtünmek, bundan böyle savaş sebebi olacak gibi.

Gerek yazılarımda gerek konuşmalarımda, "mükemmelce bir örtünmenin, günümüz dünyasının Allah Teâlâ ile irtibatı anlamına geleceğini, özellikle bu coğrafyanın ancak örtünerek var olabileceğini, hem de tarihten gelen bütün görkemini donanarak insanlık sahnesinde güçlü bir şekilde kendini göstereceğini, örtüden sıyrıldığında da -Allah korusun- tarihten ve coğrafyadan silinip gideceğini." dile getiriyorum. Biliyorum; ilk etapta birileri, hatta örtünenlerin kendileri bile konuyu abarttığımı düşünebilir, fakat zaman ilerledikçe mesele daha da berraklaşacaktır.

Örtünenler açısından durum böyle olduğu gibi, örtünmenin karşısına dikilenler için de durum aynı derecede önemlidir, bu konu onlar için de bir hayat memat meselesidir. Örtüsüzleri kastetmiyorum, örtünmenin karşısına dikilip mücadele verenleri kastediyorum.

Evet, bugün yeryüzüne egemen olan güç odakları için petrol ne kadar savaş sebebi ise, su kaynakları ne kadar savaş sebebi ise, gittikçe artan bir şekilde ve kitleler halinde bayanların örtünmeleri de o derece savaş sebebidir.

Çünkü bugün yeryüzüne egemen olan Batı kaynaklı modernist ve seküler toplumların, sürdürdükleri hayat tarzlarının, felsefelerinin ve kültürlerinin en büyük sütunları, olmazsa olmazları; kadın cinselliğinin ön plana çıkarılmasıdır, örtüsüzlüktür, çıplaklıktır ve nikâhsızlıktır. Bütün bunlar, söz konusu güç odakları için petrolden, su kaynaklarından daha önde gelmektedir. Çünkü petrol ve su, onların böyle bir hayatı sürdürebilmeleri için sadece birer araçtır, aslolan böylesi bir hayatı yaşamaktır. Onların her şeyleri çıplaklık üzerine, kadın cinselliği üzerine bina edilmiştir. Ticaretleri, ekonomileri, sanayileri, edebiyatları, romanları, hikâyeleri, ekranları ve bütün medyaları özellikle örtüsüzlük üzerine kurulmuştur.

Ne var ki, günümüz dünyasında İslam hızlı bir şekilde yükselişe geçmiştir. Yükselen İslam'ın en belirgin yüzü ise tesettüre bürünen bayanlardır. Bundan önceki devirlerde İslam'ın görünen yüzü belki akıncılardı, mücahitlerdi, fetihlerdi... Günümüz dünyasında Allah'ın nurunu yeryüzüne yayma görevi Müslüman kadınlara, Müslüman kızlara ait olacaktır. Artık bundan böyle İslam denilince akla ilk gelecek olan şey, tesettürlü bayanlar olacaktır.

İslam'i yükselişle birlikte kadının örtünmesi demek, cinselliğini geri plana çekerek şahsiyetini ön plana çıkarması demektir, yani onların bütün sermayelerinin ellerinden alınması demektir, sistemlerinin en büyük sütununun yıkılıp yerle bir olması demektir.

Onun için, İslam'ın yükselişi ve özellikle bayanların artan bir şekilde örtünmeleri karşısında söz konusu güç odaklarının sessiz kalacaklarını, bu işi kendi oluruna bırakacaklarını, mücadeleye son vererek pes edeceklerini beklemek saflıktır.

Seküler, modernist ve kadın cinselliğine tapınan Batı dünyasının örtünmeye karşı Türkiye kadar gaddar olmadığını, daha anlayışlı olduğunu, hatta üniversitelerinde örtünmenin serbest olduğunu, dolayısıyla Batıda ve Batılı hayat tarzının egemen olduğu toplumlarda örtünenlerle örtüsüzler arasında bir gerginliğin söz konusu olmayacağını ileri sürecek olursanız, şu noktaları unutmamanızı hatırlatırız.

Birincisi: Batı emperyalizmi, ülkelerinde kendi hayat tarzını tehdit etmeyecek boyutlardaki az miktardaki bir tesettürü, demokrasileri için bir çeşni ve zenginlik kabul etmekte, hatta ne kadar özgürlükçü olduklarını göstermek için bunu bizlere karşı koz olarak kullanmaktadırlar. Tesettür ne zaman kendi hayat tarzlarını tehdit edecek boyutlara vardı, siz onların kim olduğunu hele o zaman bir seyredin.

İkincisi: Batı emperyalizmi örtünmeye ve Müslümanca hayat tarzına karşı verdiği savaşı, şimdilik kendi coğrafyasının dışında, başkalarının topraklarında, yani bizim topraklarımızda sürdürmektedir. Mecbur kaldığında bu savaşı kendi topraklarında da vermekten geri durmayacağının işaretlerini görmekteyiz.

Tarih, bu gerginliği defalarca yaşamıştır. Aziz şehid Hz. Yahya Aleyhisselam bu konunun zirvesindeki biricik sembolümüzdür. Saray etrafında çöreklenen ve ahlaksızca bir hayat süren sosyete gurubu, Hz. Yahya Aleyhisselam'ı sürdürmekte oldukları ahlaksız yaşantıları için en büyük tehdit olarak görmüşlerdir. Hayâsızca sürdürülen bu yaşantı biçiminin üstüne üstüne giden, saray ve çevresinde oluşan bu kokuşmuş yaşantı biçimini hedef alan Hz. Yahya Aleyhisselam, önce hapse atılmış ve sonra da mübarek başı kesilerek fuhuş düzeninin önüne bir tepsi içerisinde sunulmuştur.

Yüzyıla yakındır Türkiye'ye egemen durumdaki oligarşi, örtünmeye öylesine düşmandır ki, bu konuda gücünün yettiği her şeyi ortaya koyacaktır. Bugün AKP için açılan kapatma davasındaki iddiaların tamamı dönüp dolaşıp örtünme üzerinde yoğunlaşmaktadır. Dahası, bundan önce kapatılan aynı kulvardaki partiler de örtünme üzerinden kapatılmışlardır.

Birtakım siyasi değişikliklerle üniversitelerde başörtüsü serbest bırakılsa bile, hayatın diğer alanlarında yasağın sürmesi örtünenleri, örtünmek isteyenleri kesinlikle tatmin etmeyeceği gibi, örtü düşmanlarının direnişi de artan bir hızla sürüp gidecektir.

Şimdi siz örtünme meselesinin bir kanunla, bir yönetmelikle halledileceğini ve artık bu konunun tamamen kapanıp gideceğini ve gündemden düşeceğini zannediyorsanız, büyük bir yanılgı içindesiniz.

(mehmet göktaş-İnzar Dergisi 43.Sayı)

**usta iki çay, biri açık olsun



sen devlet güçlerini abi sohbetlerinden
ve ikinci el kitaplardan tanıyan çocuk
ayıp olmuyo mu böyle şiirlerinde
molotoflar kafaya sıkmalar falan?

sen Taksim otobüsüne binerken
sesli selam vermeye utanan çocuk
o gün tekbir çığlıklarıyla fırlıcan mı cidden meydanlara?

sen miting alanlarında bile
inceden bacılarını kesen çocuk
şimdi harbi harbi 'kahrolsun (mu) amerika'ya?

sen camı açık unutsa başı ağrıyan çocuk
devrim deyip te güldürme lan beni!

Muğayir Muharip

-beni yanlış ağacın altına gömdüler



Beni yanlış ağacın altına gömdüler

bir hayvan mezarlığında çürüyorum

körleri korkutan bir karanlıkla dağlanıyor gözlerim

tövbe ordusu dudaklarımı kılıçlarıyla temizlemeden öldüm

çünkü öldüm

çünkü şiir babamdı ve amin derken bile

kulu olmamı istedi kendimin.




Rabbim kalbimde pazarlar kuran şeytanların

tezgahları evlatlarımdır

o evlatları rüzgarla boş, hırıltılarıyla kazınsın derim

derim kazındıkça

yarasaya kendini izah edecek güneş

ama öldüm

kurşuna dizildikten sonra gelen af telgrafı gibi kalbim

kalbim

sana nasıl yabancı kalabildim?




Rabbim beni kendimin tanrısı olmaktan koru

kime bakarsam bakışlarımı sen tamir et

kime söz söylersem sözlerime sen dokun

ama biliyorum mezarlıkta uzamayacak gölgem

tırnaklarım ve saçlarım ve düşüncelerim büyümeyecek

yine de bir şeyin üstünü örtecek toprak




Rabbim o nasıl kendinden emin olacak

ayşe sevim

**muhatap



bunda merak edecek ne var
bir mısra, hayat kurtaran bir mısra
a’yı ne kadar uzatacağını bilmeyenlerden şair
intikam alacaktır
tercüme kokan yerli kahpeliklerden
telif olsa da fark etmeyecek
otuzuna gelmiş ama yirmisine gelememiş kızlardan şair
kırkına gelmiş ve adına para bastıramamış erkeklerden
hiç asabı bozulmayan, başka her yeri bozulan
aptallar için tekrar etmek gerekirse
şair intikam alacaktır
küçücük elleriyle büyük davranmaktadır
bunda haklıdır

telefonlar şarzda, her şey yolunda
doğal felaketler ajandalarda özenle işaretli
istatistik tabloları mükemmel görünmekte
çaresizlik eğrisi yükselerek sürmekte
sayfalardan taşan çılgın bir eğri
hızlı bir eğri, renkli, manyak, sapık bir eğri
adı şehvetle tekrarlanan bir eğri
yükselen eğri

tacirler yeteri kadar kurnaz şairler yeteri kadar uykusuz
istiklâlde satılır istiklâl madalyaları en ucuz
etler ve oburlar kışa hazırlar
karılarının siparişini düşünürken ölmüş adamlar
harika bayatlamış poğaçalarından bir ısırık daha alabilir
ama şair
vazgeçmeyecek
çaresizlik sürmelidir
nedeni bilinmemektedir

bıktırıcı yeniden de eski bir hesap
deftere yazılmıştır
şımarık çocuklarını iyi okullara kaydettiren mütedeyyin esnaf
lacoste bir tişört giyip cnn’e çıkınca
timsah olmaktan da çıkmış sayılmaz
sümerbank botlarıyla büyümüş bir kuşaktan
ablaların ördüğü kazaklarla okumuş
bunun şiirde bir karşılığı olmalı
hayatçı mujikler, müsamere birincileri, kafaderisi avcıları
keyifle uzatırlar bir romalı’nın kılıcına kafalarını
bunun şiirde karşılığı yok

sadece muhataba anlamlı boş sözlerle
her poetikanın bittiği bir nokta var
hayat kurtaran bir mısra yok
hayat kurtaran bir mısra var

osman konuk

**Dört ruhunda iki dünya çarpışıyordu



Ellerini uzat çocuğum, genç ağaçlar gibi ihtiyar yeryüzüne. Bu elleri görmemiz gerek. Meyvelerin büyüsü dalları unutturdu. Dalları, güneşi ve suyu. Bu boyaları bu ince parmaklarla mı kardın? Bu kubbeleri avucuna bakarak mı astın göğe?
Bu kayaları susuz kalmış bu on kökle mi yardın? Ya kelimelerine ne demeli? Yoksa sen bu üç yüz şiiri, taştan kurtulmak için mi yazdın? Oysa hep taşa doğru koşmuştun sen. Üzerine yürüdüğün kayalar üzerine yürümüştü mermer hayaletlere dönüşüp. Sana diyecekleri vardı, şişen damarlarından anlamıştın. Ey balık pazarında ölü balıklarla göz göze gelen çocuk! Ey renkleri Tanrı’nın tezgahından tuvaline taşıyan çırak! Dört ruhunu masaya yatır! Ressam, heykeltıraş, mimar ve şair. Hangisi sensin bak? Ey Floransa Cumhuriyeti’nin yoksul kralı! Rönesans’ın pagan lunaparkında neşelenemeyen çocuk! Ey ölümü, günahı, umutsuzluğu ve yakarışı dört ana renk yapıp, bütün eserlerini bu renklerin tonlarından elde eden simyacı! Ey Michelangelo! Ekleyerek değil eksilterek bütünü arayan üstad!

Ellerini uzat çocuğum, baban yenildi, tüccar olmaz senden, çıraklığa ne dersin Domenico Ghirlandaio’ya. “Şu şehrin zenginlerini kutsal tablolara rüşvet karşılığı yerleştiren kıskanç adam mı?” Öyle deme çırak, Meryem Ana’nın yaşayan bir kontese benzemesinde ne mahzur var! Bir kontun aziz kılığına bürünmesinde. Hem on üç yaşındaki çocuğu kıskanacak değil ya? “Çok ama çok kıskanç!” Demek saklayacak sırlarını parmak kadar çocuktan. Olsun. Freskin sıva kıvamını tutturamasan da, kentin hâkimiyle tanışacaksın orada bir gün. Lorenzo de Medici gülen bir maskeyi cilalarken görecek seni. Hayranlığını bir cümleyle gizleyecek: “Bu ihtiyarın bütün dişleri tamam!” Kalemini alacaksın bu söz üstüne ve üst çenede iki gedik açacaksın ustalıkla. Haydi Lorenzo, sen de bir kapı aç mermer dilenen bu çocuğa. Taşla yüz yüze getir. Bir çekiç ver eline, bir çelik burgu; ten renginde bal renginde şakısın. XV. yüzyılda haz uygarlığı kurarken Rönesans, kaçsın balolardan ve pagan ayinlerinden. Zevki günah işlemekte değil günahı reddetmekte arasın. Centaures savaşlarını mermerin üzerinde işlerken, mantıkla duygu gelsin aklına, bir hakem gibi uzatıp ellerini, insanla canavarı kapıştırsın.

Ellerini uzat çocuğum, yarım kalmış eserini tamamlaman gerekiyor ölü bir heykeltıraşın. Bir grup heykeli bu, neşeli ve hareketli çizgiler içeren. İyi ama neden kaçtı neşesi taşın? Neden duruldu mermer denizi? Demek Bolognalı heykeltıraş, Aziz Domingo’nun mezarına heykeller yaparken öldü. Demek daha ağır çizgilerle karşılamalı ölümü. Demek alınacak çok yol var. “Bacchus”ve “Pieta”yı geçip o müthiş “Davud”u beş buçuk metrelik bir kayadan doğurtmak var! Koşsun zıtlıklar, gerilim yaratsın. Düşey-yatay, kadın-erkek, canlı-ölü, giyimli-çıplak. Dört ruhunda iki dünya çarpışsın: Pagan estetiği ve takva. Keskiyle dile getiremediğini kalemle anlatsın Michelangelo. Mermerin damarları donarken şiirin damarları kabarsın: “Tanrım lûtfet de, kendini her yerde bana göster/ İlâhi ışıkların dolup ruhuma, sana yabancı heyecanları silsin/ Yansın yalnız senin aşkınla/ Tanrım feryadımı işit/ Körü körüne saplandığım tutkularımdan koru/ Ölmek üzere olan hislerimi yeniden dirilt, faziletimi kamçıla!”

Ellerini uzat çocuğum, insanları hoşnut etmek kolay değil. İşte içlerinden biri on sekiz ay sonra doğan “Çocuk Kral Musa”ya bakıp, “Burnu büyük olmuş!” deyiverdi. Bir avuç mermer tozu al ve tırman merdivene hadi. Heykelin burnunda çalışıyormuş gibi yaparak, dök ağır ağır mermer tozunu yere. Sonra işini bitirmiş gibi, sor münekkide “Düzeldi mi?” Evet düzeldi. “Heykele hayat verdiniz!” dedi, eleştiren adam. Hayır düzelmedi. Dünya hâlâ karman çorman. “Âdemin Yaratılışı”ndan bu yana bitmedi Kabil’le Habil arasındaki kavga. Papa IV. Paul, bakıp ustanın “Kıyamet Günü” tablosuna, “Düzelmeli!” dedi, “Nedir bu çıplaklar!” Michelangelo Papa’ya haber gönderdi: “Yaşadığımız bu dünyayı uygun ve yaşanılır bir hale getirin, inanın bu tablo düzelecektir.”

Ellerini uzat çocuğum, ayrılma vakti geldi. Taşla cenkleşerek yorulan ellerini artık gökyüzüne bağışla. Öyle bir cümle sarfet ki, sars Rönesans’ı: “Ne heykeltıraşlık, ne de ressamlık, Tanrısal bir yola yönelmiş ruhun özlemini doyuramaz.” 89 yaşındaydı ve üç arzusu vardı: Ruhunu Tanrı’ya, vücudunu toprağa, malını yakın akrabalarına bırakmak. Bıraktı da. Toprak tuval oldu bedenine. Suretine gelince, onu ilk ustasından öğrendiği gibi “Kıyamet Günü” tablosunun bir köşesine sakladı. Bir azizin elinde soyulmuş bir insan derisi olarak.

a.ali ural

*güneşimin önünden çekil


7 Eylül 2008 Pazar

-en güzel


http://www.slide.com/r/PL6ImV37xT9w0Pr-nCQGpJUjsjCM0xre?previous_view=TICKER&previous_action=TICKER_ITEM_CLICK&ciid=216172782197206883

-MANİFESTO/BURADAYIZ, ÇÜNKÜ...


Buradayız çünkü;
Burayı susuyorum diyerek bitirdiğimiz cümleler sırtımıza yük oldu. Gördük ki nereyi sustuysak orası gelip dayandı boğazımıza bıçak niyetine. Şimdi tabiri pek mümkün olmayan bir zamanı sürüyoruz. Boğazımızdaki bıçağın acısı yaşadığımız zamana bir tabir bulma zorunluluğu doğurdu. Söylemeye gücümüz varken duramazdık.

Buradayız çünkü;
Yaşadığımız günler büyük çalkantılara gebe bir zamanı işaret ediyor. Safları giderek belirginleşen bir topluma doğru gidiyoruz. Saflardan öncesine, o ilk ve yüce makama geri dönüyoruz; “insan olma” safındayız.

Buradayız çünkü;
Dert anlatılabilir yerler (gazeteler, dergiler, internet siteleri) sadece kanaat önderlerinin borularının öttüğü oluşumlar haline geldi. Kimsenin pis dumanını solumadan, sesimize katran katacak göbek bağlarına sahip olmadan, korkmadan ve tüm açıklığıyla konuşabileceğimiz bir yere ihtiyacımız vardı.

Buradayız Çünkü;
Başka türlü olabileceğine dair inancımızı kaybetmedik. Başka bir hayat/başka bir dünya bizim söylemeye meyyal dilimizce şekillendirilemese bile başka dillere bir tat bırakabilmek mümkün. Başka bir dünya kurulabileceğine olan inancı körükleyecek cümleler için bir karalama kâğıdı sunmayı kendimize borç bildik. Çünkü karalama kağıtlarının tabire ihtiyacı yoktur.

Buradayız çünkü;
Söylenmesi gerekeni vakti geçmeden, suların durulmasını beklemeden söyleyecek insanların konuşmasına fırsat vermemiz gerektiğine inanıyoruz.

Buradayız çünkü;
Kovulmuş, sürülmüş, ötekileştirilmiş, acı çektirilmiş, görmezden gelinmiş, yasaklanmış, tutuklanmış, kaybedilmiş, öldürülmüş ama inadına “insan”, inadına “sivil” kalabilmiş insanlar olduğunun bilincindeyiz. Avazımız çıktığı, nefesimiz yettiği kadar bu insanların arkasında durmamız gerektiğini biliyoruz.

Buradayız çünkü; söyleyecek çok sözümüz var

(musvedde.net manifestosu)

-çünkü annem




Çünkü annem bir yorgun zorunluluk

Yüzünde içi çiçekli eski kutu duruşu

Neydi unuttuğu mutfağa girip çıkarken?

Dalgınca boyayıp duruyordu kirli göğü



-Annem yelkovanın bıkkın dönüşü



Tek katlı evlerde mutluluklar aradı. Yok.

Çok çocuklu evlerde cıvıltılar istedi.

Yok.

Çukur yerlerinde geçmişin titreyişi

Toz suretinde yapışmış anılar duvara



- Annem bir tekerlemeydi odalarda



Geçkin yazlarla soldu ahşap düşleri

Eski bir telaşın dinmez sancısında

Ağlardı annem gülmek gibi dururken

Küçülür incelirdi aya baktıkça



-Annem balkıyan bir göl gülümsemesi



Bir kuşun uçuverişi gibi kolay ölümler çağı

Rahat yataklarda dikeni batar gecenin

Örterken annem yıllanmış perdesini

Babam bir ünlemdi akşamla uzayan



-Annem ki deltaların yazılmamış tarihi

gonca özmen

1 Eylül 2008 Pazartesi

-ÇOCUK




--bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne



Bağlanmayacaksın bir şeye, öyle körü körüne.
"O olmazsa yaşayamam." demeyeceksin.
Demeyeceksin işte.
Yaşarsın çünkü.
Öyle beylik laflar etmeye gerek yok ki.
Çok sevmeyeceksin mesela. O daha az severse kırılırsın.
Ve zaten genellikle o daha az sever seni,
Senin o'nu sevdiğinden.
Çok sevmezsen, çok acımazsın.
Çok sahiplenmeyince, çok ait de olmazsın hem.
Çalıştığın binayı, masanı, telefonunu, kartvizitini...
Hatta elini ayağını bile çok sahiplenmeyeceksin.
Senin değillermiş gibi davranacaksın.
Hem hiçbir şeyin olmazsa, kaybetmekten de korkmazsın.
Onlarsız da yaşayabilirmişsin gibi davranacaksın.
Çok eşyan olmayacak mesela evinde.
Paldır küldür yürüyebileceksin.
İlle de bir şeyleri sahipleneceksen,
Çatıların gökyüzüyle birleştiği yerleri sahipleneceksin.
Gökyüzünü sahipleneceksin,
Güneşi, ayı, yıldızları...
Mesela kuzey yıldızı, senin yıldızın olacak.
"O benim." diyeceksin.
Mutlaka sana ait olmasını istiyorsan bir Şeylerin...
Mesela gökkuşağı senin olacak.
İlle de bir şeye ait olacaksan, renklere ait olacaksın.
Mesela turuncuya, yada pembeye.
Ya da cennete ait olacaksın.
Çok sahiplenmeden,
Çok ait olmadan yaşayacaksın.
Hem her an avuçlarından kayıp gidecekmiş gibi, Hem de
hep senin kalacakmış gibi hayat.
İlişik yaşayacaksın. Ucundan tutarak...

CAN YÜCEL..

-İBRAHİM’İN YILDIZLARA SESLENDİĞİ GECE


Hatırlıyor musun İbrahim'in ilk seslendiği geceyi
Yıldızlara? Saturn’e haykırdı: “Benim Rabbim sensin!”
Ne mutluydu! Seher Yıldızını gördüğünde, haykırdı

“Benim Rabbim sensin!” Nasıl yıkılmıştı
Onların batışını seyrettiğinde. Dostlar, o da bizim gibi:
Batan yıldızları Rab belliyoruz kendimize.

Sadakatsiz yıldızların sadık yoldaşlarıyız.
Kazıcılarız, porsuklar gibi; seviyoruz duyumsamayı
Toprağın uçuştuğunu arka pencelerimizden.

Hiç kimse ikna edemez bizi çamurun
Güzel olmadığına. Porsuk nefsimizdir böyle düşünen.
Hazırız kalan ömrümüzü yürüyerek geçirmeye

Çamurlu ayakkabılarla ıslak tarlalarda.
Yılanın kırallığındaki sürgünlere benziyoruz.
Soğan tarlalarında durup yukarıdaki geceye bakıyoruz.

Kalbim sakin bir patates gündüz vakti, ve ağlayan
Terkedilmiş bir kadın geceleyin. Dost, söyle ne yapayım,
Ben ki batan yıldızlara âşık bir adamım

robert bly